Ulusalcılar, Ümmetçiler, Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler…

Bu, herhalde uzun bir metin olacak.

Yeni bir şey söyleyebileceğimi düşünmüyorum, çünkü Türkiye’de pek yeni bir şey yok. “Ne diyorsun be, her gün onca beklenmedik şeyle karşılaşıyoruz” diyebilirsiniz. Ama bir açıdan bakınca, pek de öyle görünmüyor.

Ben gençken, termodinamik dersinden geçer not almayı beceremeyen akranlarımın (ben de dâhil), minimum hevesi Türkiye’yi kurtarmaktı. Çoğumuzu dünyayı kurtarmaktan azı kesmiyordu. Nasıl yapacaktık bu işleri? Matematik veya sosyoloji veya biyoloji veya herhangi başka bir şey bilmemiz gerekmiyordu herhalde. Çünkü herhangi birimizin herhangi bir şeyi öğrenmeye hevesi yoktu. Hatta —dillerimizden düşürmediğimiz— Marks’ı bile, iktisadı bile…

Aslında matematiğe, sosyolojiye filan ihtiyaç yoktu. Çünkü karşıda faşistler vardı. Onları ortadan kaldırdığımızda Türkiye, Türkiye kurtulduğunda da dünya kurtulacaktı. Nasıl olacaktı da kurtulacaktı? Yukarıda düzen değişince, aşağıda her fert değişecekti. Sokaklarda dövüşmeye ara vermek zorunda kaldığımızda, boşluğu kocaman laflarla doldurmak icap ettiğinde, “altyapı üstyapıyı belirler” filan diyorduk demeye de, üstyapıyı değiştirip her şeyi halletmekten başka bir projemiz yoktu. Resim yapmıyorduk, zaten galerilere de gitmiyorduk. Roman yazmıyorduk, zaten okumuyorduk da… Aslında son derece sığ, acıklı, manasız hayatlarımız vardı. O hayatları derin, manalı kılmak için bir dövüş icat etmiştik.

Karşımızda da ayna simetriğimiz vardı. Bizi ortadan kaldırdıklarında Türkiye’nin kurtulacağını kendi kendilerine tekrarlayıp duran bir kalabalık. Onların, galiba, Türkiye’yi kurtardıktan sonra dünyayı kurtarmak gibi dertleri yoktu. Yoksa var mıydı? Ortada bir nizam-âlem lafı dolaştığına bakılırsa, haksızlık etmeyeyim, galiba vardı.

Hiçbirimiz, hiçbir şeyi doğru dürüst yapmıyordu ama hiç kimsenin, bütün dünyayı felaha erdireceğimizden şüphesi yoktu. Çok karikatürize ettiğimin elbette farkındayım, ama tablo —ana hatlarıyla— böyleydi. O tarihlerde de kimse kendisini kendisi olarak, yaptığı işle tarif etmiyordu, mensup olduğu ordunun bir neferi olarak tarif ediyordu.

Yani şimdiki gibi…

Akranlarımın çoğu, daha o tarihlerde enternasyonalist ajandayı —açıktan itiraf etmeseler de— belirsiz bir tarihe kadar ertelemişlerdi. Aslında fena halde Türkiyeli idiler. Dünyada olup bitenlere fena halde kayıtsız idiler. Türkiye dünyanın merkeziydi —ve gördüğünüz gibi şimdi de öyle. Dünyanın bütün özneleri, işi gücü bırakmış, Türkiye’yi kontrol etme telaşına düşmüşlerdi. Gördüğünüz gibi, şimdi de öyle.

Şimdi yegâne fark şu: Sosyalistleri kırpıp kırpıp Ulusalcı yaptık. Ülkücüleri kırpıp kırpıp ümmetçi… Vasıfsız bizlerin birer kutsal orduya nefer yazılıp, manasız hayatlarına mana katma —ve bu arada elbette medar-ı maişet motorunu döndürme— mücadelesi aynen baki. 70’lerin kutsal ordularının, hatta, bugünkülere kıyasla, sevimli bir yanı var: Onlar geleceği fethetme telaşındaydılar. Bugün yüz yıllık referanslar 1400 yıllık referanslarla dövüşüyor. Kimsenin istikbale dair bir lafı yok.

Yok mu?

Belki hâlâ, Türkiye’yi kurtardığında âlemin kurtulacağı imanı varlığını muhafaza ediyordur, ne bileyim…

***

Kemal Gürüz mesela, YÖK başkanıyken, bir kutsal ordunun albay filan rütbesinde bir subayı gibiydi. İman dolu göğsünü, kahramanca, fedakârca, dinci akınlara karşı siper etmişti. Türkiye’nin üniversitelerinde dişe dokunur hiçbir şey üretilmiyordu. Mesela —daha önce defalarca işaret ettim— Sovyet düzeninin infilak etmesi üzerine Rus kızları Doğu Karadeniz sahillerine vurmuşlar, benzersiz bir sosyolojik deprem meydana gelmişti. Memleketin üniversitelerinde sosyoloji doktorası yapmış yüzlerce kişi vardı. Bir teki bile neler oluyor olduğunu merak edip bölgeye gitmedi. Gidemezlerdi tabii… Mevzileri terk etmemeleri gerekiyordu. Başörtülü kızlarla dövüşülecekti…

(Böyle söyleyince, genellikle, “ne yani, her sosyoloğun Trabzon’a gitmesi mi gerekiyordu” filan gibi, dâhice akıllarla karşılık veriliyor. Elbette değil. Ama dünyadaki hemen bütün işler farz-ı kifaye türünden işlerdir. Yani sosyologların bir kaçı gidip üstüne düşeni yapınca, bütün sosyologlar mesuliyetten kurtulur —diğerleri de başka yerlerde başka benzer işleri yapmak kaydıyla— ama hiçbir sosyolog gitmezse, hepsi mesul olur. Faturasını hepimiz öderiz.)

Bizi Kemal Gürüzgillerden kurtardılar. Ama üniversitelerdeki kutsal savaş bitmedi. Üniversitelerde kimse, şimdi de, kutsal savaşın cephelerinden ayrılıp, mesela Göbeklitepe’deki bulgular ne manaya geliyor diye kafa yoramıyor. Ta, dünyanın bir ucundan gelip yapıyorlar da, öğrenmek isteyenler bir şeyler öğreniyor.

(Unutmadan söylemek lazım, Göbeklitepe’dekiler elbette Türkiye’ye düşmandırlar. Kim bilir nasıl bir gizli ajandaları vardır. Memleketi bir kurtarabilirsek, ilk işimiz onları geldikleri yere postalamak olacak/olmalı. Sonra? Sonrası yok. Örteriz lazımsa Göbeklitepe’nin üstünü bir güzel… Size şaka gibi mi geliyor? Birkaç yıl önce Artvin’de kendileriyle sohbet ettiğim bir grup profesör, İsrailli bilim insanlarının turist gibi bölgeye gelip bölgenin eşsiz fauna ve florasından örnekler topladıklarını anlattılar. Bölgenin fauna ve florasından duydukları övüncü saklamadan —hatta özellikle vurgulayarak. Sonra İsraillileri nasıl teşhis edip sepetlediklerini de övünerek anlattılar. “E peki siz yapıyor musunuz onlara yaptırmadığınız işleri” diye sorduğumda, yüzüme şaşkın şaşkın baktılar. Elbette yapmıyorlardı. Neden yapsınlar, YÖK bu işleri yapanlara ekstra puan filan vermiyordu. Zaten işin nasıl yapılacağını da bilmiyorlardı.)

İmdi…

Tecrübeyle sabittir ki, Trabzon’daki Rus kızlarından veya Göbeklitepe’den söz ettiğimde, hep, “bunlar da o kadar mühim değil” itirazıyla karşılaşıyorum. Sanki birer misal vermiyormuşum da, özellikle bu meseleleri önemsiyormuşum gibi… Hâlbuki aşikâr ki, sadece birer misal veriyorum. Trabzon’da neler yaşandığını araştırmaya tenezzül etmeyenler başka şeyleri araştırıyor, sıra gelmediğinden, kapasite yetmediğinden Trabzon gündeme girememiş değil. Türkiye’de sosyolog kadrosundan maaş alanlar Trabzon’a gitmeyip başka yerlerde derin analizler filan yapıyor değiller. Hiçbir şey yapmıyorlar. Trabzon’u misal vermemin sebebi, nadiren rastlanacak bir vakanın bile memleketin sosyologlarını harekete geçirememesi…

Türkiye’de hiçbir şey yapılmıyor. Dişe dokunur hiçbir şey…

Ama yol yapılıyor. Oraya buraya yol. Her gördükleri karşı kıyıya bir köprü. Filan.

Türkiye’nin şehirleri, hepimizin gözlerinin önünde öldü mesela. Hemen her şehrin hemşeri dernekleri var, hiçbiri dişe dokunur bir tek laf etmedi. Mimarlar Odası? Onun mühim işleri var. Kutsal savaşa bir birlik donatması gerekiyor.

***

Dişe dokunur hiçbir şey yapmadan kurtulmak ve sonra da dünyayı kurtarmak hayalleri nasıl kurulabiliyor?

Eh, bir tarafa bakarsanız, Ata’mız demişti ya, muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. Biz Ata’mızın sünnetine uygun yaşayalım, mesela rakının yanında beyaz leblebi filan, şu karşıdaki sapkınlar olmasa, uçarız. Zaten uçmanın formülünü Ata’mızın bulduğunu, onun izinden gidenlerin memleketi uçuracağını bildikleri için bu gâvurlar, işte bu ümmetçileri destekleyip memleketin başına musallat ediyorlar.

Ata’mız gâvurların memleketin başına ümmetçileri musallat etmesine karşı ne yapılacağının formülünü bulmamış mı, bulmuşsa da açık etmemiş mi, bilemiyorum. Ama bir türlü kurtaramıyoruz paçamızı bu emperyalistlerden. Ta ne vakit bir plan yapmışlar, Sevr’i yapmışlar, her ne kadar geri adım attırsak yılmıyorlar, gerisingeri geliyorlar. Ne yani, tuhaf mı görünüyor? Haçlı Seferleri işte… Tam da böyle değil miydi?

Değildi. Ama şimdi mevzumuz bu değil. Öte tarafa bakarsak, Peygamberimiz müjdelemişti, onun sünnetini takip eden muzaffer olacak. Hani her vakit birkaç rekât da “o kılmıştı” diye kılarız, hoop… Zafer bizimdir. Değilse… Dünyanın bütün güçleri işi gücü bırakıp bizi alt etmeye odaklandığından… Memleketin okumuşlarını ayartıp milli ve yerli değerlerden uzaklaştırdıklarından…

Yani?

Yani Türkiye’nin iklimi, 20’lerde ne idiyse 70’lerde de oydu ve şimdi de o. Bizde —her birimizde — ne cevher var, öyle böyle değil. Matematik öğrenmeden, sosyoloji öğrenmeden, tarih öğrenmeden, hiçbir şey bilmeden ve hiçbir dişe dokunur iş yapmadan uçarız biz. Kimse tutamaz.

Ama…

İşi gücü bizi dize getirmek olan dünya, fitne sokup, içimizden birilerini baştan çıkarıp…

Dolayısıyla yapılmaya değer biricik iş var: İçimizdeki hainleri temizlemek. Yegâne saygıdeğer iş var: Kutsal ordulardan birine nefer yazılıp, içimizdeki hainlere karşı dövüşmek.

Hain kim? Bu nasıl manasız bir soru. Bizim gibi olmayan herkes hain işte.

***

Ayın başında evimi taşıdım. Tesisatçısından perdecisine, bankacısından parkecisine bir yığın kişiye işim düştü. Bir delikanlı hariç işini doğru dürüst yapan, verdiği sözü tutan bir tek kişiye denk gelmedim. Daha önce de denk gelmemiştim, yeni bir şey yok. Biricik fark, bu defa kısa bir süre içinde birçoğuna maruz kalmam.

Profesöründen gazetecisine, tesisatçısından taksicisine kadar kimse işini belli bir standartta yapmıyor ama lafı açmayagörün, her biri memleketi bir tek hamlede kurtarıveriyor.

***

Culture matters.

Yani üstyapıda vuku bulan değişimler, altyapıda karşılığını üretir, bir itirazım yok. Kültür aşağıda olup bitenlerden zuhur eder ve fakat bir defa zuhur etti miydi, artık kendisi bir özne olarak iş görür. Bu tür ilişkiler hep iki yönlüdür.

Türkiye, dünyanın kayda değer bir aktörü. Çünkü kayda değer bir tecrübenin mirasçısı. Ama Türkiye’yi önemli kılan kültürü, aynı zamanda, onu aciz bırakıyor işte. Bir zaman bir yerlerde işe yaramış bir formülün, artık kimsenin işini iyi yapması gibi teferruata ihtiyaç olmadan, kendiliğinden zafer üreteceği varsayımı, Türkiye’yi kötürümleştiriyor.

Bu saklı varsayım, Türkiye’nin —her biri diğer hepsine düşman olan— bütün kesimlerini boydan boya kat ediyor. Belki de biricik ortak paydamız bu. Gerçi her birimizin elindeki formül farklı ama bu formüllerin hepsinin de, şıp diye memleketi uçuruverecek olmanın ötesinde bir ortak özelliği daha var: Hepsi referansını geçmişteki bir asrısaadetten alıyor.

İcmali çıkarak olursak:

  1. Herhangi bir işi uluslararası standartta yapması mümkün olmayan insanların çoğunlukta olması dert değil, her toplum öyle.
  2. Ama yapılması ve uluslararası standartta yapılması elzem olan işler var ve Türkiye Cumhuriyeti bu işleri layıkıyla yapacak insanlar yetiştiremedi. Çünkü…
  3. Kılığını kıyafetini değiştirerek, şapka giyerek filan belirli bir sosyal statüyü ele geçirme imkânı elde edenler, işlerini iyi yaparak aynı statüyü ele geçirmeye hevesli birileri vardıysa da onları, çeteleşerek imha ettiler.
  4. Hemen her çeteleşme vakasında olduğu gibi bu vakada da bir kutsal savaş atmosferi imal edildi.
  5. Karşıda kimler kaldıysa, eğer daha önce çeteleşmemiş idiyseler, çeteleştiler. Dolayısıyla her çete, varlığını meşrulaştıracak düşmanlara sahiden sahip oldu.
  6. Her kutsal savaşta olduğu gibi bu savaşta da, savaşın dışındaki her mevzu teferruat olarak kaldı ve dolayısıyla vasıfsızlık problem olarak görülmekten çıktı.
  7. Kutsal savaşın dışındaki her mevzu teferruat olarak algılanır olunca, gündem kutsal savaştan ibaret olmaya başladı. Biz işi gücü bırakmış kutsal savaşa kendimizi feda etmişsek, dünyanın da benzer bir halde olduğunu zannetmek kolaylaştı.
  8. Kaybedilen her muharebede —bizim kaybetmemiz mümkün olmadığına göre— mutlaka orantısız şer odaklarına muhatap olduğumuz iddiaları imal edilmeye başladı.

Türkiye üzerinde birilerinin oyunlar oynamadığını iddia etmiyorum. Oynadılar/oynuyorlar. Biz nasıl Suriye’de, Filistin’de, daha önce Kafkaslarda oyunlar oynamaya teşebbüs ettiysek… İnsanlık tarihi, bu tür oyunlarla dolu. Daha doğrusu, tarih dediğimiz şey zaten bu tür oyunların bir hikâyesi… Ama bizim mevcut halimizi açıklamak için şer odaklarına ihtiyaç olmadığını söylemeye çalışıyorum. Bizim kendimize verdiğimiz zarar zaten kâfi.

***

Türkiye’de, özellikle otuz yaş altında, bu topyekûn çılgınlığa kapılmamış —yani kestirmeden dünyayı kurtaracak formüllere inanmayan, bir işi doğru dürüst yapmaya çalışan, dünya ile senkron, herhangi bir çeteye mensup olmayı küçümseyen— ciddi bir nüfus var. Mevcut olduğunu muhtelif biçimlerde gösteriyorlar.

Normal şartlarda onlara güvenebilirdik. Eğer Türkiye’nin bir yirmi yılı olsaydı mesela…

Ama yok.

Bölgeye dair uluslararası dinamikler kristalleşmeye başladı ve Türkiye bu kristalleşme sürecinde yerini alamadı. Yani pasta küçüldükçe küçüldü. Ormanda aslan kalmayınca —yani işini doğru dürüst yapan insanlar diğerlerinin paylaşacağı şeyleri üretemez hale gelince— sırtlanların karınlarını doyurmaları giderek zorlaşmaya başladı. Çetelerin hepsinin karnını doyurması mümkün değil. Dolayısıyla birbirlerini imha edecekler. Yani imha etmeye teşebbüs edecekler.

Tecrübeyle sabit ki, işbu çeteler —savaş çıktığında— önce çeteleşmemiş olanlara saldırırlar. Çünkü —naralandıklarında yeri göğü inlettiklerine bakmayın— aslında fevkalade korkak olurlar.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin