Ümitsiz Bir Aşk Hikâyesi
Siyasette en yoğun gözlem yaptığım dönemde, 1995-97 arasında, MHP parlamento dışıydı. Ama —bana çok tuhaf gelen bir biçimde— MHP’lilerin canını, parlamento dışı kalmaları değil, medyada görünemiyor olmaları daha çok yakıyordu. Bana tuhaf geliyordu çünkü medyada görünemedikleri için bir sonraki seçimde de parlamento dışında kalacakları gibi bir korkuları yoktu mesela. Barajı zaten yine geçemeyeceklerini düşünüyorlardı —1999 seçimlerine bir iki hafta kalana kadar da öyle düşündüler. Medyada görünmenin bu ihtimali düşüreceği kanaatinde değildiler. Söyleyecek, ekranlarda dile getirilemeyen sözleri filan da yoktu.
Ee?
Uzun bir süre debelendikten sonra anladığım şekliyle, medyada görünmeyince, kendilerini yokmuş gibi hissediyorlardı. Transparan bir şey…
Transparan olmanın, kendini öyle hissetmenin çok can yakıcı bir şey olabileceğini ilk o dönemde fark ettim. Sonra, gerek bireysel ve gerekse sosyal tutumların en önemli motiflerinden birinin görünmezlikten kurtulmak, görünür olmanın yolunu bulmak olduğunu öğrendim.
Türkiye’nin muhafazakârları —yani öyle adlandırılagelen kesimleri— eğer çocukları ODTÜ’yü kazanırsa mesela, hiç tereddüt etmeden yolladılar. Hemen hepsi biliyorlardı ki, çocukları bir daha geri dönmeyecek. Yani döndüğünde, gittiği gibi olmayacak. Kendilerini görmeyenler gibi olacak ve kendilerini görmeyecek.
Ama…
Çocuğun kendisi görünür olacak.
Oğullarını ve kızlarını böyle gönüllü olarak ODTÜ’lere, Harbiyelere filan yollamaklara, ne olacağını bile bile yollamaklara şahit olduğumda, içim çok fena acımıştı. (Öte yandan, anlaşılmış olmalı, transparan varlıklar, üzerlerine birkaç damla belirli boyalardan sürülmekle görünür oldu bu ülkede. Ve kendi aralarında, ahalinin kahir ekseriyetini görmeden yaşadılar.)
Önce Harbiye, sonra İTÜ ve nihayet ODTÜ, halkın çocuklarının görünür kılındığı, buna mukabil ana-babalarını görmemeyi öğrendiği, yani duvarın öte yanına devşirildiği kurumlar oldu. İşbu kurumlarda devşirilenler için halk, her nasıl oluyorsa, artık ana-babaları, eski komşuları, mahalle arkadaşları olmaktan çıkıyor, bir kategori oluyordu. Masa üzerine yayılmış şemalarda bir dikdörtgen. Aşırı soyutlanmış, gerçeklikle hiç alakası olmayan, tuhaf vasıflara sahip ve o vasıflar yerine yenileriyle donatılması gereken bir şey.
Şey.
Kimliği olmayan bir şey.
O şeyler için mesele, kendilerine yakıştırılan vasıfların doğruluğu/yanlışlığı, çirkinliği/güzelliği değildi. Şey haline getirilmiş olmaktı. O vasıfların kendilerine bakılarak değil, kâğıt üzerindeki dikdörtgenin kâğıt üzerindeki diğer şeylerle ilişkilerinin yol açtığı bilmecelerin çözümünü verecek şekilde atanıyor olmasıydı.
Halk, duvarı aşıp, kendi evlatlarıyla konuşamıyordu. Çünkü söylediği sözün herhangi bir kıymetiharbiyesi olamazdı. Giyimi, kuşamı, mesela dinlediği müzik, olsa olsa etnografik bir merakın mevzuu olabilirdi. ODTÜ Halk Bilimleri Topluluğu mesela, türküleri, deyişleri ve sair unsurları şehvetle toplayıp kayda geçiriyordu. Ama besbelli bir üstten bakışla. Durmadan halk lafı ediliyordu ama işte bu çerçeve içinde. Halkın kulak verilecek bir söz söylemesi imkânsızdı. Acı çekmesi, özlem duyması, karar vermesi filan imkânsız olan bir şeydi.
İçeride, duvarın beri yanında, baştan beri dile getirdiğim türden hususlar da konuşulamıyordu. Gerçeğin, büyük resmin, dünya ölçeğindeki kutsal savaşın yanında ne kadar manasız şeyler… Bu ruh durumunun Türkiye’ye, Türkiye gibi —modernleşememiş de modernleştirilmiş— toplumlara has olduğunu uzun süre düşünmeme yol açan da, bu tespitlere yaslanan bir varsayımdı. Batı’da da herhalde benzer bir sosyal ayrışma vardı. Ama zannediyordum —ve kısmen hâlâ zannediyorum— ki, okuyup bir yerlere gelen biri, mesela Almanya’da, otomobil tasarlarken mesela, onu kullanacak sıradan insanı hesaba katıyordur. Şehri tasarlarken… Yani onlara yukarıdan bakıyordur ama yine de, onların da, kendilerine göre acıları, özlemleri, pişmanlıkları, sevinçleri filan olabileceğini inkâr etmiyordur. Ama Türkiye’de ayakkabı numaralarının dağılımı bile bir araştırma mevzuu olmadı. Halkın içinden gelen ayakkabı imalatçıları, sezgileriyle biliyorlardı ama başka kimse merak bile etmedi.
Bu yazdıklarımı okusalar diyecekler ki —defalarca demişlerdi ki— “öyle olmadı”. Öyle oldu. Ama “diyelim ki öyle olmadı, öyle olmuş gibi hissediyorlar” dediğimde hep, “hissedemezler, hissetmemeliler” diye başlayan uzun cümleler kurdular. Bana nefret dolu cümleler. Halka nefret? Hayır. O halk nefret edilecek kadar bile ciddiye alınmıyordu.
***
Geldiğimiz noktaya nerelerden geçip geldiğimizi hatırlatmış olayım ve dün bıraktığım yerden devam edeyim.
Herhalde görülmüştür ki, duvarın öte yanında kalmış olanlara sempati duyuyorum ve duyduğum bu sempati, duvarın beri yanındaki hayatımı hep zorlaştırdı. Şikâyet etmek için söylemiyorum, sadece bir tespit. Zaten şikâyet edilecek bir şey de yok, çünkü o zorluk çok öğretici bir şey oldu. Hayatım o sayede zengin ve yaşanmaya değer bir şey oldu.
Duvarın öte yanındakilere sempati duydum. Sempati duyulmayı gerektirecek çok özellikleri vardı. Şendiler mesela. Küçücük şeylerden büyük sevinçler imal edilebilen bereketli bir dünyaydı onların dünyası. Zevkli idiler, duvarın beri yanındakiler işgal edene kadar müthiş güzel yerler olan Sığacıkları, Foçaları yapmışlardı. Halit Refiğ’in dediği iddia edilir, tüfek, kılıç gibi öldürücü silahları bile, kabzalarını işleyerek duvarlarına asıyorlardı. Her şeyi güzelleştirmeye çabalıyorlardı. Şiddetten uzaktılar. Erkekleri kahvede birbirlerine “karıya höt dedim” filan diye anlatsa da, evde karılarının yanında kuzu gibiydiler —zaten başka türlüsüne maddi şartlar elvermiyordu. Küçük kızlara ağzı sulanarak bakmak filan akıllarına gelse kendilerini keserlerdi. Uluorta sergilemeseler de çocuklarına ve genel olarak çocuklara sevecen ve müşfiktiler. Durduk yerde maraza çıkarmazlardı. Yardımlaşırlardı. Neticeten, azgınlıktan uzak, mutedil ve mülayim insanlardılar.
O kadar mı?
Elbette değil. Aynı zamanda mesela, meraksızdılar. Başta devlet olmak üzere her türlü güce karşı aşırı itaatkârdılar —hatta sünepeydiler— ve fakat itaat ettikleri gücü dolandırmak konusunda da son derece cüretkârdılar. Kendilerinden aşağıda olanlara fena halde gaddar olabiliyorlardı. İçenleri nerede duracağını bilmezdi. Kolayca dolduruşa gelir, ihtiyaç duyduğunda en yakınlarını satarlardı. Spor yapmazlardı. Fırsatçıydılar. Ve… İnşaat ve yol manyağı idiler.
Yani sevilmeyecek —kendilerine sorsanız kendilerinin de sevmeyeceği— bir yığın özellikleri de vardı. Kâğıt üzerindeki dikdörtgenler hariç bütün öznelerin de olduğu gibi…
Onlara sempati duydum. Peki, haklı buldum mu? Gençken, kısa bir süre. Sonra, fark ettim ki, duvarın kendilerine ait tarafında da, isterlerse, mesela doğru dürüst gazete çıkarabilirler —çıkaramıyorlar. Evet, mesela kendilerine ait bir ordu kuramazlar ama başka birçok şeyi pekâlâ yapabilirler ve duvarın bu yanını umursamadan yaşayabilir, bir hayat kurabilirler.
Yapamadılar.
O safhada anladım ki, biricik tasaları var: Duvarın bu yanındakiler kendilerini görsün. Başka bütün özneler görse bir mana ifade etmiyor, ille ki duvarın bu yanındakiler görsün. Bir tür ümitsiz aşk hikâyesi yani. Tamirci çırağı, zengin —ve biçimsiz— kıza âşık olmuş. Sizin iltifatlarınız, mahallenin diğer kızlarının aşkları filan hiç mana taşımıyor. İlla ki âşık olduğu kız görecek ve takdir edecek onu.
Bu son derece sağlıksız ruh hali, Türkiye’de siyaset tarafından uzun süre idare edildi. Mahallede tatsızlık çıkması için, gördüğünüz gibi, her türlü imkân, ta başından beri hep vardı. Ama dengesiz delikanlının “beni görecek ulan, bana saygı duyacak” naralarıyla gecelerini sarstığı mahalle, iyi kötü hayatını sürdürdü. Kızın Albay dayısı ikide bir kafayı çekip oğlanı karakola çektirmeseydi, belki de bambaşka bir hayatı olacaktı oğlanın, onu da bilemeyiz.
***
Bir süredir, en azından dört, beş yıldır, duvarın iki tarafındaki kesimler arasında bir ölüm kalım savaşı var ve göründüğü kadarıyla bu savaşı, uzun yıllar görünmeden yaşamış olanlar kazanacak.
Yani?
Sonunda delikanlı muradına erip kızı izdivaca razı mı edecek? Hayır. Gelinen noktada kız izdivaca razı gelse bile problem çözülmeyecek. Delikanlı kızı öldürecek. Kızla birlikte bütün hayallerini, gençliğini, yaşamışlıklarını… Kendisine ait ne varsa, kendisini kendisi yapan ne varsa her şeyi öldürecek delikanlı.
Duvarın öte yanındakilerin yıllar yılı sergiledikleri özelliklerine bakarsanız, böyle bir fiil, beklenmeyecek bir şey. Mahallenin polisi olsanız ve size gelip “şu oğlana dikkat edin, kızı öldürecek” diye ihbarda bulunsalar, “gidin işinize, biliriz biz onu, naralanır maralanır da, sabah olup da kızı görünce…” filan der, ihbarcıyı teskin edersiniz.
Bugüne kadar haklıydınız.
Ama artık o delikanlı, tanıdığınız delikanlı değil. Kızı öldürecek. Kız ölünce özgürleşeceğini zannediyor ama aslında uğruna gençliğini harcadığı ne varsa hepsi, bütün hayalleri ölmüş olacağından, muhtemelen kendisini de öldürecek.
***
Duvarın öte yanında kalmış olanları bu hale Erdoğan getirdi. “Dağdaki çobanın oyu, benim oyum” diye zırvalayanları hedef gösterip memlekete vaziyet etme imkânını aldı. Sonra dağdaki çobanı mesela manken, gazeteci, profesör yaptı —hatırlatayım, çoban aslında gazeteciliğe, profesörlüğe filan talip değildi. Dağdaki çobanın oyunun herkesinki ile eşit olması başka, çobanın gazeteci olması başka… İşler rayından çıktı.
Bu arada sayısız suç biriktirmiş olan Erdoğan, çobanın “bana ne, ben sürümün başına döneceğim” demesinden fena halde korktu. Memleketi yıllardır ırgalayan duvara yeni tuğlalar eklemeye başladı. Çoban duvarı aşıp kendi yerine dönemesin diye…
Neticede…
Ahalinin mutedil ve mülayim yığınlarının oylarıyla iktidar olan Erdoğan, memleket hakkında söyleyecek herhangi bir lafı olmayan, ölmekten başka çıkarı olmayan küçük bir desperados çetesinin reisi olarak, duvarın bekçisi haline geldi. Toplasanız memleketin yüzde üçünü, beşini bulamayacak kesimler, bugün, memleketin tamamını rehin almış durumdalar. Dağda çobanlık dâhil herhangi bir işe yarar iş yapabilecek vasıfları olmadığından, “bırakalım, işimize bakalım” diyebilecek halleri yok. Cem Küçük mesela, veya İbrahim Karagül, veya Cemil Barlas, veya… Listeyi siz uzatabilirsiniz, ben bunların gazete ve televizyon gibi şeylerine yabancı olduğumdan pek de bilmiyorum… İşbu zevat, normal, medeni bir ülkede, mesela 2005’in Türkiye’sinde ne işe yarayabilir? Hiç! Onların ve onlar gibi birkaç yüz bin umutsuz vakanın elinde rehin bugün Türkiye. Reisleri onlara muhtaç, onlar reislerine.
Kalan hepimiz, modern tarihin şahit olduğu ilk toplu intihar eyleminin figüranlarıyız.