Üniversite
İstanbul Üniversitesine Rektör ataması yapılacak ve üniversiteler yine gündeme geldi. Yine bir yığın manasız tartışmaları tekrarlayacağız.
Rektör atama sistemimizde yanlış olan çok şey var. YÖK’ün, ilk altı sıradaki adayları değerlendirme yetkisine sahip kılınması, mülakatlar filan, atanacak Rektöre daha başta boyun eğdirmeyi garanti altına alıyor mesela. Rektör daha atanmadan boyun eğmiş oluyor, amenna. Cumhurbaşkanlığı makamında oturan şahsın kendi kafasına göre adayları değerlendirme imkânına sahip olmasının yol açtığı sakıncalar saymakla bitmez.
Filan da…
Asıl mesele, Rektörün seçimle gelmesinde. Seçim sistemi ilk defa “demokratik üniversite” yaygaralarıyla gündeme geldiğinde, o dönemde birlikte çalıştığım bir profesör, “köylü bile muhtarını seçiyor, biz niye Rektörümüzü seçmeyelim” dediydi. Ona da dediydim, köy uygunsuz bir analoji. Bence Ziraat Bankası köyden daha uygun bir analoji. Mesela Ziraat Bankasının genel müdürünü banka çalışanlarının seçmesini makul karşılar mısınız? Üniversite Rektörünü üniversite çalışanlarının seçmesi, prensip olarak yanlış. Köy köylünün ama üniversite çalışanlarının değil. Üniversite toplumun malı.
Seçim sisteminin, zaten perişan haldeki üniversiteleri tarumar edeceğini düşünüyordum. Bence haklı çıktım.
***
Devam etmeden…
Meseleyi büyük fotoğraftaki yerine yerleştirmekte fayda var. Sadece Türkiye üniversiteleri değil, dünyada üniversite sistemi ciddi bir kriz içinde. Son on yılda, başta ABD üniversiteleri olmak üzere dünya üniversite sisteminin halini tahlil eden çok çalışma yayınlandı. Burada özetlemeye kalksam sayfalarca yazmam gerekir. Özetlemeye kalkmadan kendi bakış açımı koyayım: Üniversite, özü itibariyle, bir muhalefet odağıdır. ABD’de soldur, Sovyetlerde —olabildiği ölçüde— sağ idi. Toplumun, devletin, ana akımın, ana akımı kim temsil ediyorsa onun karşısında olur üniversite. Üniversiteyi toplum için kıymetli kılan yanı bu.
Son dönemde yoğunlaşan tartışmalar analiz edilirse görülecek ki, aslında mesele üniversitelerin muhalif karakterinin budanmasından kaynaklanıyor. Budamanın, ilk bakışta meşru görünebilecek bir dayanağı var: Özellikle beşeri bilimlerde, bilimsel metodu aşırı zorlayan, belirli bir ideolojik pozisyonu desteklemeyi baştan kararlaştırmış çok sayıda yayın yapıldı. Yani üniversite kendi haline bırakıldı mıydı, kendi fonksiyonu olan bilime aykırı işler de yapabiliyor. Bilimsel namusa mugayir işler de çıkabiliyor. O halde üniversiteyi kendi haline bırakmamak lazım vesselam.
Bu akıl yürütmenin ciddi bir dayanağı da var: Herkes işini yapsın. Üniversitenin işi de bilim yapmak, o da bilim yapsın. Bilim yapma işinin sosyal ve ideolojik boyutları olamaz, olmamalı. O halde, doğru insanları üniversitenin başına getirip, üniversiteyi de kendi işi dışında başka şeylere kafa yoramayacak kadar meşgul ettik miydi…
Hâlbuki bu akıl yürütmenin kendisi bir ideolojinin ürünü. Uzmanlaşma diyebileceğimiz bu akıl yürütme, bizatihi üniversite tarafından topluma pompalanıp durmuş olan bilimcilik ideolojisinin bir tezahürü. Yani, en azından belirli konularda, mesela para konusunda, mesela eğitim konusunda, yansız, ideolojiden arınmış politikalar mümkünmüş gibi yapmanın tabii bir neticesi. Merkez Bankaları bu anlayışın ürünü. Bizim KPSS’miz mesela, bu bakış açısının aşırılaştırılmasının bir neticesi. Nerede kimin istihdam edileceğine karar vermenin yansız bir formülü varmış gibi yapıyoruz.
Şimdi üniversite, onlarca yıl boyunca başkalarına dayattığı bu bakış açısının kendisine yansımasıyla krize girdi. Dünya üniversitelerinde olan şey, bence bu. Bizde daha önce olmuştu, çünkü, daha önce de defalarca dediğim gibi, biz modernleşmiş değiliz, modernleştirilmişiz. Dolayısıyla bir dini sonradan kabul edenlerde hep görülen bir rahatsızlıkla, savunma mekanizması eksikliğiyle mağduruz. Nasları hangi sınırlarda durduracağımızı kestiremiyoruz.
Dünya üniversitelerinde, özellikle ABD üniversitelerinde, özellikle beşeri bilimler alanında, üniversitenin statüsü aşırı zorlanarak, bilim dışı işler yapıldı mı? Elcevap, yapıldı. Yapılmasa daha iyi olurdu. Ama yapılır. Yapılmasına mani olamazsınız. Yapılmasına mani olmak üzere geliştireceğiniz tedbirler sistemin dokusunu bozdu muydu, iki mümkün neticeden biri (veya her ikisi) ortaya çıkar. Birincisi, artık hiçbir dişe dokunur iş yapılamaz. İkincisi, bu defa sistemi denetleme imkânına sahip olanların ideolojileri istikametinde çarpıtılmış işler ortaya çıkar.
Sistemlerin istismar edilmesini, suiistimal edilmesini engelleyemezsiniz. Ancak istismarların, suiistimallerin zaman içinde bizatihi sistem tarafından giderilmesini sağlayabilirsiniz. Nitekim ABD üniversitelerinde imal edilen bilimsel görünümlü safsataları da, yine üniversiteler deşifre etti ve düzeltti.
Başa dönelim: Üniversitelerin içine düştüğü kriz, özü itibariyle, bugüne kadar üniversiteler tarafından empoze edilen bir ideolojinin neticesi. Bilimsellik değil de bilimcilik diyebileceğimiz bu ideolojinin ürettiği kavram haritasıyla çok mesafe aldık ama artık çalışmıyor.
Her vakit olduğu gibi, miadı dolmuş olan ideolojinin miadını dolduğunu ilk idrak eden ve alternatif arayışlarına giren üniversite oldu. Ve yine her vakit olduğu gibi, miadı dolmuş olan, artık enerjisi kalmamış olan ideoloji, en nihayet kendi kaynağı olan kurumu da —şimdiki misalde üniversiteyi— istila etti. İçinde yaşadığımız kavram krizini daha da derinleştiren şey, bu iki hususun üst üste binmesi oldu.
Özetleyeyim: Üniversite sadece bilim üretmeye indirgenemez. Dünyada bilim üretilen son derece sayılı üniversite var. Üniversitenin asıl işi siyasi muhalefettir. Ana akıma ters akmaktır. Eleştirel bakış için bir kuvözdür üniversite. Orada, toplumun geneline tepeden bakarak, ana akımda yer bulan anlayışları küçümseyerek, uçuk kaçık alternatifleri test edersiniz. Yani üniversite için hep söylenegelen ve eleştiri konusu olan vasıflar, üniversitenin olmazsa olmazıdır. Üniversite o sayede üniversite olur.
***
Ama…
Üniversite bu imtiyazı, ancak merak denen şeyi bütün hücrelerine sindirme karşılığında hak eder. Meraksız bir üniversite meraksız bir üniversite olmaz, çünkü üniversite olmaz.
Türkiye’nin üniversitelerinin temel meselesi topluma yukarıdan bakmaları, yaygın kanaatleri küçümsemeleri olmadı. Meraksız olmaları oldu.
Yıllar önce uzun uzun yazdıydım, Sovyetler dağılıp da Rus kadınları Trabzon’a düştüğünde, Trabzon’da adeta bir sosyolojik deprem yaşandı. Türkiye’nin bir tek sosyoloğu, bir tek sosyoloji profesörü Trabzon’a gitmedi.
Yıllar önce Artvin’de Orman Mühendisliğinin profesörleri ile bir sohbet esnasında, “İsrailliler muhtelif kisveler altında buralara geliyorlar, flora ve fauna örnekleri topluyorlar” dendi. Sonra da övünerek “ama biz onları deşifre edip engelliyoruz” diye eklediler. “E, siz topluyor musunuz?” dedim. Toplamadıklarını söylediler. “Peki, ne demeye onları engelliyorsunuz” diye çıkıştım. Bölgelerinin nadir türlere ev sahipliği yaptığıyla övünüyorlar ama onları merak etmiyorlardı. Merak edenleri engellemeyi de iş sayıyorlardı.
Türkiye’nin hiçbir vakit üniversitesi olmadı. Başka ülkelerin üniversitelerinin sahip olduğu imtiyazı hiç sebepsiz yere —sırf kurumlarının adları üniversite diye— talep eden kurumları, başka ülkelerin üniversitelerinin yaptıklarını tercüme edip yaymayı kâfi gördüler. Merak etmediler ve hasbelkader merak eden öğrencilerinin meraklarını öldürmeyi marifet bildiler. Klişelerden gayrı hiçbir muhalefet üretmediler. Hâlâ altmış yıl önceki klişeleri yeniden üretip duruyorlar.
Toplumlar organik varlıklar. Kendi akışlarına ters akıntıları gayrimeşru veya zararlı görmezler. Toplum, kendisine yukarıdan bakmalara katlanabilir. Yeter ki, orada bir yerde, başkaları tarafından yapılamayan şeylerin yapıldığını hissetsin. Dolayısıyla üniversiteleri, çalışanlarına değil, topluma emanet etmek gerekir.
***
Bitirmeden…
“Ama biz kendimizi yönetmeliyiz” filan gibi kocaman laflarla üniversitede seçime arka çıkan profesörlerin hiçbiri, akademik yükseltmede kendi imtiyazlarının ellerinden alınmasına, kimin yüksek lisans, kimin doktora yapacağına, kimin profesör atanacağına karar verme süreçlerinin mekanize edilmesine itiraz etmediler. Hatta “aksi halde kayırmacılık oluyor” filan gibi argümanlarla, süreçlerin güya objektifleştirilmesine de destek verdiler.
Kayıran kimdi? Kendileriydi. Yani “biz elimize imkân geçince bilimsel namusu hiçe sayıyor, adam kayırıyoruz” dediler zımnen. Sonra da üniversitelerin kendilerine teslim edilmesini istediler.
Bence iki işlem de yanlıştı. Üniversite, en başta da dediğim gibi, onların malı değildi, dolayısıyla üniversiteyi kimin yöneteceğine onların karar verme hakkı yoktu. Ama kimin yükseltileceğine karar vermek onların hakkı ve göreviydi. Elbette kayırmacılık oluyordu ve olacak. Ama bu hasarı olabildiği ölçüde kontrol altında tutarak, birbirlerini denetlemeleri sağlanarak, kimin akademik kariyer yapacağı kararının kariyer yapmış olanlara bırakılması elzemdi.
Özetle söyleyeyim: Kimin akademik kariyer yapacağı kararının bilimsel, objektif bir çözümü yok. Üniversiteyi kimin, nasıl yöneteceği kararının da…