Yemek ve Yastık

Hani darağacına götürüyorlarmış, “son olarak söyleyecek bir şeyin var mı” diye sormuşlar da, Temel “bu baa ders olsun” demiş ya… O hesap, “bu bize ders olsun” diyeceğim. Diyemiyorum. Çünkü…

Buradan sonra diyeceklerimin hepsi gençlere. Onlara böyle bir ders lazımmış gibi görünmüyor, zaten biliyorlar, öğrenmişler gibi… Yine de, bizim —hepimizin— başına gelmiş olanın adını ileride yanlış koyma ihtimalleri var.

Birçoğunuzun ana-babası “biz zaten bu dincilerin ne mal olduğunu biliyorduk, söyledik, inandıramadık” minvalinde konuşup duruyordur. “Gördünüz işte, ‘dünya düzdür’ diye zırvalayıp duruyorlar, zamanında bizi dinleyeceklerdi ki, imam-hatipleri kapatacaktık, köy enstitülerini ihya edecektik, ilim, bilim, filan” diye kafanızı ütülüyor olabilirler.

Yanılıyorlar.

Hiçbir şeyi layıkıyla görmüş değillerdi. Dünyanın her yerinde “dünya düzdür, öyle olmasa paten yapamazdınız” filan diyen bir yığın marjinal kesimler var. Daha neler zırvalayanlar var, akla gelmez. O marjinal kesimlerin hiçbiri, marjında yaşadıkları toplumlar için tehdit edici bir hal almıyor. Hatta toplumu zenginleştiriyor, beklenmedik biçimde gaz basıncı yükselirse gazın boşaldığı supap vazifesi üstleniyorlar. Marjlar iyidir. Marjlar olmadan olmaz.

Türkiye 1923’te köylü ve eğitimsiz bir toplumdu. Dünyanın kahir ekseriyeti öyleydi. ABD’nin mesela —inanmak zor gelebilir ama— gayrisafi milli hasılasının belki de onda dokuzu tarımdan kaynaklanıyordu. E, evet, Türkiye Batı Avrupa’nın tamamından çok geriydi. ABD, Rusya, Japonya filan gibi ülkelerden az da olsa geriydi. Ama mesela Bulgaristan ile, Yunanistan ile, Mısır ile, Hindistan ile filan mukayese edildiğinde çok daha avantajlı idi.

1940’a gelindiğinde, dünya liginde 1923’e kıyasla daha iyi durumda değildik. Nispi olarak daha geri gitmemizin sebebi, toplumun “köylülük ve eğitimsizlik iyidir” diye ayak diremesi değildi. Çünkü toplum öyle ayak diriyor değildi. Aksine, şehirlileşmek ve çocuklarını okutmak istiyordu. Yapamadık. Veya başkaları bizim yaptığımızdan daha iyi yaptılar. Aradaki fark, başka toplumların şehre ve okula daha hevesli olmalarından kaynaklanmadı. Bizim enerjimizi manasız işlerle heder etmemizden, marjları da ana gövdeyle apaynı olan, steril, tertemiz, üniformalı —yani herkesin aynı biçimde giyindiği— bir toplum yaratma gayretkeşliğimizden kaynaklandı.

Toplumun içinde mesela Fatih’in Müslüman ahalisi ile Feriköy’ün Rum ahalisi arasında elbette karşılıklı sataşmalar, çekememezlikler filan vardı ama husumet, düşmanlık yoktu. Lakin ipleri ellerinde tutanların tasavvurlarına uymuyordu orada Rumca, burada Ermenice, şurada Kürtçe konuşulması. “Biz bu çok dilli toplumun ihtiyacı olan üstyapıları nasıl inşa ederiz” diye düşünmek yerine, “bizim inşa ettiğimiz ve Platonik kusursuzluk sergileyen, şahane üstyapılara toplumu nasıl uydururuz” diye soruldu.

Anlıyorsunuz siz beni, uzatmayacağım. Anlıyorsunuz, çünkü tastamam aynı proje, şimdi, başka ellerde yeniden sahneleniyor.

Neticede işler yolunda gitmedi. Doğru dürüst bir mimar, bir bilim insanı, bir romancı çıkaramadık mesela. Arada birilerini “bu Cumhuriyetin nadide eseri büyük mimar” diye pazarladık iç piyasada ama mesela Yunanistan’dan veya Mısır’dan daha iyi mimarlar, daha çok sayıda başarılı bilim insanları çıktı. Ana-babalarınızın ana-babaları, “hmm, yeterince homojenleşemedik, bütün bunlar o yüzden” dediler. Memleketin muhtelif yerlerinde bombalar patladı, faili meçhul cinayetler işlendi. Yepyeni işbirlikçiler, hainler keşfedildi ücralarda ve hepsi mahkeme görünümlü tesislerde kurban edildiler. Kodesler, icat edilmiş yepyeni suçlardan hüküm giyenlere yetmedi —Cumhuriyet başka konularda olmasa da suç ve suçlu imal etme, kodes inşa etme alanlarında bütün dünyayı solladı.

Hangi tarafın hangi tarafa ne yaptığının, kimin günahının daha çok olduğunun muhasebesi derdinde değilim. Çünkü herkes kâfi miktarda günahkârdı. Çünkü günah, marjları olmayan bir toplum hayal etmekti —ve herkesin hayali öyleydi. Bir zaman mesela, sosyalistleri oldu aziz memleketimin. Hemen hepsinin birinci hedefi marjlardı —halbuki kendileri marjdaydılar. Devlet onların üzerine, sanki sahiden de müesses nizam için bir tehditlermiş gibi gitti. Öyle çok can yandı ki, aklınız almaz. Öyle çok can öyle yandı ki, hatırlamaya can dayanmaz.

Ama ana akımı ıskalamayalım. Neticede memlekette hep Cumhuriyetçi bir elit tayin edici oldu. Kafasındaki muhayyel TC vatandaşı tanımına uymayan herkesle hep kavgalı oldu. “Gelecekler ve Türkiye’yi şöyle yapacaklar” algısını imal edip, partiler kapattı, faili meçhuller üretti, işkenceler yaptı, cinayetler işledi, kodesler yaptı ve doldurdu. Memleket kravatlı, takım elbiseli, Türkçe konuşan, Sünni İslam’dan bozma bir dini olan —mesela Kurban Bayramında kurban kesen, bayram namazına giden ama başını örtmeyi aklına bile getirmeyen— dar bir çevrenin sosyal proje sahası idi. Ancak onlara benzerseniz memlekette hisse sahibi olabiliyordunuz.

Yani?

Yani memlekette aha bu kalabalıklar yoktu. Yani elbette bu aynı insanlar yaşıyorlardı ama onlar bu insanlar değildi. Kerameti kendinden menkul bir kesim, İslam’ın altı şartının yerine altı ok, Muhammed’in yerine Kemal koyarak, memleketin dört bir yanını Atatürk heykelleriyle donatıp, günde beş vakit “hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” duasını okuyarak, kendi paralel dinlerine iman etmeyenlerin hademe olmasına lütfen katlanıp kaymakam olmasına mani olarak, işler çığırından çıktığında askeri, polisi, mahkemesi ve gardiyanlarıyla birilerinin üzerine giderek… Bir tuhaf oyun sahneledi onlarca yıl boyunca.

Bu memleket hâlbuki ,“dünya düzdür” diyenlere de yetecek kadar genişti. Bu memleketin Müslümanlarının dünyanın düz olup olmamasıyla bir alıp veremediği de yoktu. Onların bu hale gelmesinde değilse de, basit bir kavurma işlemiyle bu hale gelebilecek kıvama gelmesinde, “biz bu dincilerin ne mal olduğunu biliyorduk” diyen ana-babalarınızın muazzam emeği var. Onları hasat eden, kabuklarını soyan, çuvallayan ve istifleyen ana-babalarınızdı, Erdoğan’a kalan sadece kavurup servis etmek oldu.

Ana-babalarınız yanılıyorlar. Kusur toplumda değildi. Toplumun marjlarında değildi. Marjı olmayan bir toplum hayalleri kurmaktaydı.

Kusur şimdi de tastamam aynı yerde.

Sevgili gençler, beni bilen bilir, kızıma, kardeşlerime, öğrencilerime bile tavsiyelerde, telkinlerde bulunan/bulunacak biri değilim. Ama bu defalık beni mazur görürseniz, size bir tavsiyede bulunacağım. Marjları sevin. “Marjlara tahammül edin” bile demiyorum bakın, “marjları sevin” diyorum.

Mesele marjların mevcudiyeti değil, onların merkeze taşınması. Eğer bu toplum bu badireyi bir biçimde atlatabilirse, ancak kâbustan uyanmakla başarabilecek bunu. Öyle bir şey olursa, o vakit göreceksiniz ki, içinde büyüdüğünüz ve yaşadığınız toplum, yapısal olarak, diğerlerinden çok farklı değil. Aynı sosyal dinamikler işliyor burada da ve Türkiye, muadili pek çok topluma kıyasla, dünyadaki iklim değişimlerine büyük ölçüde senkron bir toplumdur. Öyleydi en azından ve kâbus bittiğinde yine öyle olabilir. Yani şimdi merkezi istila etmiş olan marjlar yerlerine çekileceklerdir. Onlarla uğraşmayın.

Ve son olarak…

Eğer kudret bu kadar temerküz etmiş olmasaydı, şimdi bile, bu kadar olağandışı şartlarda bile, bu toplumda marjları bu kadar merkeze taşımak kabil olmazdı. Biri orada “dünya düzdür” derdi, Hayrettin Karaman etrafında toplaşmış sekiz-on kişiye aynı fetvaları verirdi, Cem Küçük filan muhtemelen bir kahvehane köşesinde nargilesini çekerken aynı zırvaları tekrarlardı, Karagül mesela tuhaf ve manasız uluslararası tahlillerini Küçük’ün yanındaki masada yapar, bir süre sonra ikisi boğaz boğaza gelirlerdi. Hepsinin olması iyi şeyler olurdu. Hepsinin olmasında hepimiz için fayda olurdu. Kötülük muhtevada değil, onun işgal ettiği yerde.

Ve mesele sadece kendilerini İslami hassasiyet sahibi olarak tarif edenlerle sınırlı değil. Daha önce de mesela, Ertuğrul Özkök’ler “Ortadoğu bataklığı” filan diye sayıklar iken marjı merkeze taşımış idiler. Hürriyet’te iken sakil duran Çölaşan’lar, Bekir Coşkun’lar, Uğur Dündar’lar mesela, şimdiki yerlerinde pek yakışıklı duruyorlar.

Bauman Postmodernity and Its Discontent’in başlarında düzen denen şeyi sorgularken, hatırladığım kadarıyla, “mutfakta masanın üzerindeki tabakta yer alan yemek, eğer yatak odasında yastığın üzerine boşalırsa düzen bozulur” gibi bir misal verir. Bize bir ev lazım, sadece bilmem kaç yatak odasından müteşekkil veya sadece bilmem kaç mutfaktan müteşekkil bir mekânın hiç manası yok. Ve yemek de lazım yastık da… Yemek mutfakta, yastık da yatak odasında…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin