Yirmi Yıl Sonra Almanya
Kırkıncı kattan aşağı bakarken, atlayıp atlamamaya karar verebilirsiniz. Ama eğer atlamışsanız, düşüp düşmemeye karar veremezsiniz.
“E, elbette öyle” dediğinizi duyar gibiyim. Mesele şu ki, öyle olduğunu, iki durum arasında bir fark olduğunu biliyormuş gibi davranmıyoruz. En azından bana öyle geliyor. Bana öyle geliyor ki, biz, hepimiz, kırkıncı kattan aşağı atladık. Düşüyoruz. Kimilerinin ruhunda bir hoşluk, kuş gibilik, müthiş bir sevinç duygusu var. Bir meydan okuma hali, sanki şimdiki hal ilelebet sürecekmiş gibi bir duygu… Ama sürmeyecek. Zannettiğimizden kısa süre sonra yere çakılacağız. Parçalanacağız.
Sonra?
Mesela yirmi yıl sonra, Alman Parlamentosu, 20. Yüzyılın son çeyreği ile 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’nin Kürtlere soykırım yaptığı konusunda bir karar vermeye kalkacak. Eğer Almanya dediğimiz bir şey hâlâ ciddiye alınacak bir özne olarak varlığını sürdürebilirse… Yok ya, neden öyle olsun? Aksine, ciddiye alınacak bir özne olma halini kaybetmiş olacak ve böyle gösterilerle kendisini ciddiye aldırmaya filan çalışacak. Türkiye’den geriye kalmış olan şey de, canhıraş bir biçimde, o kararı engellemeye, engelleyemiyorsa erteletmeye, erteletemiyorsa iç politika malzemesi yapmaya çalışacak.
Yılmaz Özdil’in köşesinde yazan her kim olursa, “okuyun gençler, biz öyle şeyler yapmadık” filan diye yazacak. Bekir Coşkun’un köşesinde yazan “ulan aptallar müstahaksınız, benim gibi aydınlık fikirli olup, benim desteklediklerimi destekleseydiniz (gerçi öyle özneler de yok ama), bütün bunlar olmayacaktı” mealinde döktürecek. Akif Beki’nin köşesinde yazan “başlangıçta (yani kendisi yanındayken) iyiydi ama sonra zıvanadan çıktı” diyecek o vakit memlekete vaziyet eden zat için ve ekleyecek, “yanına aldıkları onu zıvanadan çıkarmasaydı, Almanya böyle bir şeye cüret edemezdi” gibilerinden… Erdoğan’ın yerinde oturan zat, Berlin Büyükelçisini derhal, ilk uçakla geri çağırdıktan sonra, onunla birlikte kameraların karşısına geçip “Türkiye —benim sayemde— büyük bir güç olduğu için, Batılılar bizi çekemediklerinden böyle lüzumsuz işler işliyorlar” diyecek. Memleketin ücralarında, geriye kalmış üç beş Kürt için sürek avı başlayacak.
Dünya hızla değişti. Daha da hızlanarak değişiyor. Mevcut şartlarda, bırakın yirmi yıllık, yirmi aylık tahminler yapmanın imkânsız olduğunu düşünüyorum —herhalde bugüne kadar yazdıklarımdan apaçık bellidir.
E, o halde? Nasıl olup da böyle laflar ediyorum?
Ediyorum, çünkü dünya ne kadar hızla değişirse değişsin, Türkiye’nin siyaset kurumu arkeolojik kazılardan medet umuyor. Fatih’ten, Abdülhamit’ten, Atatürk’ten, İnönü’den, Menderes’ten filan… Tarih ne kadar hızlanırsa, Türkiye’nin siyaset kurumu tarihe o kadar gömülüyor. Dolayısıyla, 1915 ile 2015 arasındaki yüz yılda kat edilen mesafe bu defa —tarih hızlandığı için— yirmi yılda kat edilecek. Ama biz yirmi yılda hiç mesafe kat etmemiş olacağız. Bir imparatorluk kaybetmiş olmanın travmasını atlatamadan bir devlet kaybetmenin travmasına vurulacağız.
Biz, yani Osmanlıcılar, Atatürkçüler, Milliyetçiler, Kürtçüler, Aleviciler, daha muhtelif –ciler, hep birlikte, kırkıncı kattan atlamamaya karar verebilirdik. Hep birlikte şehvetle atladık. Kim bilir, belki de yüz yıla yayılmış olan yirmi yıla sıkışınca “ya ne yapıyoruz” sorusu düşebilir akıllara.
Yani… Ne diyeyim…