Yokluk
Şükrü Hanioğlu Sabah’ta, serinkanlı, aklı başında yazılar yazıyor. Ben mi yakıştırıyorum bilemem de, onca zibidinin fütursuzca bir yana çektiği topuzu dengelemek, teraziyi işe yarar bir araç halinde tutabilmek için çok yoruluyormuş gibi görünüyor. Bazen de çok eğleniyormuş gibi… Kimbilir belki hem yorulup hem eğleniyordur…
Geçenlerde Abdülhamid hakkında yazmış (http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/09/18/kultlestirme-ile-gunah-keciligi-arasinda-ii-abdulhamid). Yazmaya neden ihtiyaç duyduğunu anlamak zor değil —memleketin bir nevi bir Abdülhamid meselesi var. Ama aklı başında herhangi bir adamın Abdülhamid hakkında bunları yazmasının anlaşılmaz olmamasını, yani memleketin bir Abdülhamid meselesinin mevcut olmasını anlamak hiç kolay değil.
Yıllar önce yazmıştım… İngiltere tarihinde Thomas More diye bir şahsiyet var. Döneminin en önemli entelektüellerinden biri olmasının yanı sıra —ki kendi hesabıma İngiltere’nin yetiştirdiği en kıymetli şahsiyetlerden birincisi değilse biridir— mühim bir politik şahsiyet. VIII. Henry’nin karısını boşamasını onaylamadığı için kafası kesilmiş. Bana öyle geliyor ki, İngilizler Henryciler ve Morecular diye iki ayrı kampa ayrılıp, tarihte olmuş bitmiş bir vakanın adalet terazisini dengelemeyi akıllarının ucundan bile geçirmezler —öyle çok sayıda İngiliz tanımadım, yanılıyorsam affola.
VIII. Henry, görüldüğü kadarıyla, pek de makbul biri değil. Ama meselesinin karıyı boşayıp sevgiliyle evlenmekten ibaret olmadığı, mezkûr vakanın Vatikan vesayetine karşı bir başkaldırının sembolü olduğu söylenebilir herhalde. Öte yandan More’un da Vatikan vesayetine karşı yerli ve milli bir duruş sergilediği ama tutumunun kral —ve muhtemelen onu kuşatmış More düşmanları— tarafından yeterince yerli ve milli bulunmadığı da anlaşılıyor. İşaret etmek istediğim husus şu: Sözünü ettiğim vaka, İngiltere’nin olduğu gibi olmasında çok önemli, belki de en önemli kilometre taşlarından biri. Yani “o da olmuş işte” denip geçilebilecek şey değil.
Ama olmuş ve… Bitmiş işte. Ona göre şekillenmiş İngiltere tarihi. Ve muhtemelen İngilizler “üzümün çöpü, armudun sapı” diye birbirlerine girmek için bu vakayı bahane etmiyorlar.
Ya biz…
Yıllar önce Can Dündar, İstanbul’un Fethinin hesabının kapanmadığını iddia eden yazılar yazmış, Osmanlı askerlerinin ırzına geçtiği Bizanslı bakirelerin hukukunu gündeme taşımıştı. Birkaç zaman önce İnternet’te yazıştığım akranlarımdan biri Piri Reis’in hayatını anlatan bir seri yazmış, sonunu da “Hürrem mi, Piri Reis mi, tarafımızı seçmeden yol alamayız” mealinde getirmişti.
Böyle bakınca Kemal’in, Enver’in, Abdülhamid’in hesaplarını kapatamamış olmamız o kadar da tuhaf görünmüyor. İyi de…
Neyse…
Kendi hesabıma Abdülhamid, doğru işleri yanlış yapmış bir adam. Memleketin Kemalistlerinin ona bu kadar öfkeli ve düşman olmasını anlamak zor değil, çünkü “Cumhuriyet yaptı” diye övündükleri şeylerin kahir ekseriyeti Abdülhamid’in eseri. O yaptığı işler, o çok bulutlu —hatta yağışlı— dönemde usulünce, adabıyla yapılabilir miydi, ondan da şüpheliyim.
Ama Şükrü Hanioğlu’nun yazısını bahane bilip Abdülhamid üzerine yazmamın asıl sebebi Abdülhamid hakkındaki kendi kanaatimi paylaşmak değil. Çünkü zaten dedim, bu hususlarda taraf olmak sağlıklı bir şey değil. Asıl derdim şu: Sezdiğim kadarıyla malum cenahta Erdoğan ile Abdülhamid arasında bir benzerlik kurma hevesi var.
Oha yani…
Abdülhamid dediğiniz adam, zamanın ruhunu pek iyi kavramış, uluslararası ilişkiler ağının bütün boşluklarını maharetle okuyan, ayrıca son derece iyi yetişmiş, gusto sahibi, zevk sahibi bir adam. Gülhane Askeri Hastanesinin kuruluşunun bütün ayrıntısıyla, hatta bina planına kadar ilgilenmiş filan ama bu işlerden anlayacak kadar kendisini yetiştirmiş, daha öncesinde de sarayda çok seçkin bir eğitim almış birinden söz ediyoruz. Öyle uyduruk bir üniversiteden alındığı bile şüpheli bir diploma sahibinden değil. Demem o ki, Abdülhamid gibi jurnal ağları kurarak, bütün yürütmeyi doğrudan kendine bağlayarak filan Abdülhamid olunmuyor. Polisiye romanlar okumak, kendi şahsi oda tiyatrosunda ünlü yabancı tiyatroları ve müzisyenleri ağırlamak, mesela marangozluk gibi bir el becerisine sahip olmak filan gibi şeyler gerekiyor. İyi yanıyla kötü yanıyla öyle Abdülhamid olunuyor.
***
Derdim buydu da, yazıyı bitirmeden bir başka benzer şey geldi aklıma. Ayşe Kilimci de Serbestiyet’te Menderes’e bir mektup yazmış (http://www.serbestiyet.com/yazarlar/ayse–kilimci/menderese-mektup-719368). Yazıdaki imlalar ve hatta vahim tuş hataları Kilimci’nin marifeti mi, Serbestiyet’in ciddiyetinin (!) bir göstergesi mi bilemedim. Ama bu özensizlikleri geçelim. Kilimci de bir başka gemiye binmiş gibi geldi bana: Erdoğan ile Menderes arasında bir türdeşlik kurma gemisine…
Eh, Abdülhamid hakkında serinkanlı bir değerlendirme yapamadığımıza göre, Menderes hakkında serinkanlı bir değerlendirme talep etmenin manasız olduğunu idrak edebilecek haldeyim. Kendi hesabıma, eğer asılmasaydı, kendisini asmış olanlardan daha muteber olmayacaktı diye düşünüyorum. Doğru şeyleri o da yanlış yapmıştı ama pek çok yanlış şey de yapmıştı —hepimiz gibi…
Ama…
Menderes dediğiniz adamda da, Erdoğan’da kırıntısı olmayan bir yığın meziyet, görgü, bilgi vardı. Her şeyi geçelim, nikahlı bir kadınla aşk yaşayacak kadar medeni cesaret mesela… Var mı Erdoğan’da bu sahiciliğin kırıntısı?
***
Cemil Turan, Gökmen Özdenak ve daha bir yığın vasıfsız adam, biz gençken, futbol ilahı niyetine pazarlanıyorlardı. Bugün benim akranlarıma sorsanız, hemen hepsi hâlâ bu isimlere onlarcasını ekleyip, iç geçirerek anlatır da anlatırlar. İyi de, o futbol ilahları, bir Salı günü toplanıp “UEFA maç bağlamış, hadi gidip Türklerle oynayalım” diye bir araya gelen Maltalı kasap çıraklarına, muhasebecilere filan yeniliyorlardı. Sonra, hiçbir şey olmamış gibi, Cumartesi ve Pazar günleri, kendileri gibi olanları, üstelik de hakem marifetiyle yeniyor, manşetlerde yine “Türk futbolunun en büyük virtüözü” türü övgülerle ahaliye sokuşturuluyordu.
Yer misiniz? Yiyorduk. Erdoğan’dan bir Abdülhamid veya Menderes yapılsa yer misiniz? Yeniyor besbelli ki servis edip duruyorlar. Yoklukta öyle oluyor besbelli…