Yol
Hawking 1988’de A Brief History of Time’da Her Şeyin Teorisini (Theory of Everything) geliştirmenin an meselesi olduğunu öne sürmüştü. 2001’de The Universe in a Nutshell’in girişinde, on üç yıl önceki kehanetini hatırlatıp, Her Şeyin Teorisinin artık o kadar yakın görünmediğini itiraf etmişti.
Her Şeyin Teorisi, bana 1988’de de pek yakın görünmüyordu. Başka her şey bir yana, herhangi bir kişinin bilincinin, kendi eyleyişinin neticelerini tahmin etmesinin imkânsız olduğunu düşünüyordum ve hâlâ da öyle düşünüyorum. Ve Teori derken kast edilen şey, özü itibariyle, tahmin kabiliyetinden başka bir şey değil. (Her Şeyin Teorisinin –hemen olması şart değil– er veya geç, ama mutlaka geliştirileceğine inanıyorsanız yani, bilinç diye bir şeyin mevcudiyetini de inkâr etmeniz gerekiyor ve birçok kişi de bu yolu tercih etti. Mesela Minsky.)
Ama aslında Her Şeyin Teorisi denen şeyin, hiç de felsefi olmayan, son derece teknik bir tarifi de var: Kuantum Teorisi ile İzafiyet Teorisini tek bir matematiksel çatı altında birleştirmek. Bu işi başaran matematiksel denklemler bütünü belki de kelime anlamıyla her şeyin davranışını tahmin etmeye yetmeyebilir. Yine de Hawking’i –ve başka birçok kişiyi– tatmin edeceğine şüphe yok.
Meseleyi ne kadar biliyorsunuz, bilmiyorum. Bizim elimizde, atomaltı parçacıkların davranışını müthiş –insanlık tarihinde benzeri görülmemiş– bir hassasiyetle tahmin eden ve fakat anlamlandırmakta zorluk çektiğimiz bir teori var: Kuantum teorisi. Bir de daha büyük ölçekli maddenin davranışını hassasiyetle tahmin eden, kolaylıkla anlamlandırabildiğimiz bir teorimiz var: İzafiyet teorisi. Ama teorilerden biri, aradaki sınırı geçip, sınırın öte yanı hakkında bir şey söylemek gerektiğinde hiç işe yaramıyor. Bu da, fizikçilerin neredeyse hepsini –anlaşılır sebeplerle– huzursuz ediyor.
Beni huzursuz etmiyor. Fizikçi olmadığımdan değil. Rahatsız etmiyor, çünkü dolaysızca gözlemlediğimiz âlemin, atomaltı parçacıklardan zuhur etmiş (emergent) bir yapı olduğunu düşünüyorum ve mevcut matematiğimizin zuhur etme halini formüle etmek için uygun enstrümanlara sahip olmadığını görüyorum. Dolayısıyla, matematikte kayda değer ve kavramsal bir sıçrama olmadıkça, Her Şeyin Teorisinin de imkânsız olduğu neticesine varıyorum.
***
Ee? Şimdi bütün bunların zamanı mı?
Bence zamanı.
Çünkü atomaltı âlem ile maddenin büyük ölçekli cisimler halinde örgütlendiği âlem arasındaki farkın, tastamam, birey ile toplum arasındaki farkı andırdığını düşünüyorum. Ve mesela Ece Temelkuran “insanlar neden delirmiyor anlamıyorum” dediğinde (http://www.diken.com.tr/yazar-ece-temelkurandan-ankara-katliami-yorumu-insanlar-nasil-delirmiyor-anlamiyorum/), tıpkı fizikçilerin yaşadığına benzer bir şaşkınlığın emaresini gördüğümü düşünüyorum.
Temelkuran’ın röportajını okuduktan hemen sonra kızımla konuşurken mevzu, Pollack’ın The Way We Were adlı filmine geldi. Redford’un “İnsanlar davalardan önemlidir. Sen ve ben! Amaçlar değil, prensipler değil!” diye haykırmasına Streisand’ın “İnsanlar ilkeleridir.” diye karşılık verdiği sahneyle özetlenebilecek filme. Nitekim yıllar sonra film hakkında yazan Yıldırım Türker’in de (http://www.radikal.com.tr/radikal2/bir-zamanlar-neydik-905156/) bir başka Temelkuran olduğunu, listeye en azından Ümit Kıvanç, Umur Talu gibi isimleri ekleyebileceğimi düşündüm.
Streisand’ın canlandırdığı Katie daha iyi bir dünya istiyor. Ama fark burada değil. Redford’un canlandırdığı Hubble’ın daha iyi bir dünya istemediğini söylemek için bir tek sebebimiz yok çünkü. Fark şurada: Katie kendi kafasındaki daha iyi bir dünyanın, başkalarının da kendisinin sergilediği hassasiyeti sergilemesiyle ve ancak o sayede gerçekleşebileceğinden hiç şüphe etmiyor. Makro âlem hakkındaki varsayımlarıyla mikro âleme müdahale etmekte hiçbir tuhaflık görmüyor. Temelkuran da öyle, Türker de… Türkiye’nin vicdanı olarak gördüğümü söyleyebileceğim diğer birçok kişi, mesela Kıvanç ve Talu pek de o kadar ileri gitmiyorlarmış –zaman zaman Temelkuranlaşsalar da en azından hep– öyle değillermiş gibi geliyor bana.
Devam etmeden işaret etmek gerekiyor: Katie gibiyim, kendimi dünyadan mesul hissediyorum ve bu yüzden başım çok derde girdi, çok şey kaybettim. Hubblelar gibi eğlenemedim hiç ve öyle eğlenmekler bana hep başka dünyalılara has bir ruh halini gerektiriyor gibi geldi. Olduğum yoldan şikâyetim yok ama herkesin benim gibi olmadığını da genç yaşta kabul ettim. Toplum denen şey, birbirinden çok farklı fertlerden zuhur ediyor.
Temelkuran’la, Türker’le benzer malzemeden imal edildiğimi düşünüyorum. Ama her ikisinde de beni çok rahatsız eden bir şey var: Sahip oldukları vicdanı teminat gösterip, karşılığında hesaplarına yüklü bir imtiyaz yatmasını talep ediyorlar. Maddi bir imtiyaz değil, sosyal bir imtiyaz. Ve bu hal, son zamanlarda, dünyayı, özellikle de Türkiye’yi anlamayı, anlamlandırmayı zorlaştıracak kadar yaygın bir hal aldı.
Vicdan, birkaç bin istisnayı saymazsak, bütün insanlarda, şöyle veya böyle var. Tıpkı Hubble’da olduğu gibi… Başkalarının vicdanı, benimki gibi işlemiyor ama bu, onların vicdansız olduğu manasına gelmiyor. Benim gibilere, Temelkuran gibilere, Türker gibilere de ihtiyaç var, yan yana yığılmış fertlerin bir kalabalık değil de bir toplum olabilmesi için. Ama işte hepsi o kadar! Hiçbirimiz alacaklı değiliz. Türkiye de bizim gibi vicdanlı bir azınlık ve vicdanını kiraya vermiş bir çoğunluktan mamul değil. Herkes herkesin iyiliğini istiyor da… Herkesin formülü farklı.
***
İnsanlar davalardan önemli midir? Tuhaf bir soru. İnsanı dava haline getirirsek mesela, ne diyeceğiz? Veya dava dediğimiz şey, mesela devletin keyfi davranmasına itiraz etmekse, aslında müdafaa ettiğimiz şey insan değil mi?
Meselenin iki boyutu var gibi görünüyor bana.
Birincisi, yukarıda da sözünü ettiğim gibi, iki farklı düzlemde de geçerli olan kavramlar varmış gibi konuşuyoruz. Ki yok! Cumhuriyet denen kavramı daha kaliteli yaşamanın (kalite kavramının içini doldurmak ayrı ayrı herkesin işi), bir aracı olmaktan çıkarıp kendisi için bir şey haline getirdiğinizde, İslam’ı o hale getirdiğinizde, iş çığırından çıkıyor. Çünkü insan neferleşiyor. Ama Cumhuriyeti veya İslam’ı araç haline getirdiğinizde de, birileri “haydi bismillah” diyerek, öteki her yeri Atatürk posterleriyle donatarak kudreti biriktiriyor. Neticede insan yine neferleşiyor. Aradayız çoğumuz ve iki düzlem arasında kalabilmek gerekiyor. Modern kavram haritasında hiçbir yeri olmayan bir kavramdan söz ediyorum arada derken.
Ve buradan ikinci boyuta geçebilirim: Filmin adının da işaret ettiği gibi, bir yolumuz var ve bir de biz varız gibi bir hal yok. Biz zaten yoluz ve yolumuz da zaten biziz. Bu da, hemen her şeyi düalitelere indirgemeyi gerektiren modern kavram haritasında yeri olmayan bir kavram. Yoluz ve yolumuzdan ibaretiz. Ama biz yürümeden, onu açmadan mevcut olmayan bir yol bu. Hani Arif Nihat’ın “yolum cebimdedir benim, çıkarır, önüme serer, yürürüm” dediği tarzda bir yol. Hani Sartre’ın “her insan, kendisi olmasaydı mevcut olmayacaktı olan bir boşluğu doldurur” derken boşluk kavramıyla tarif ettiği gibi bir şey. Katie yolların zaten mevcut olduğunu, bütün meselenin mevcutlar arasında tercih meselesi olduğunu varsayıyor. Hubble ise –öyle veya böyle– bir yol açmaya çalışıyor. Veya aslında çalışmıyor, belki Katie onu iteklemese hiç çalışmayacak da… Ama Katie onu ittiriyor, Hubble Katie’nin onu ittirirken hiç kastetmediği bir yol açıyor. Temelkuran bize delirmeyi (veya intihar etmeyi) tercih etmeyi dayatıyor. Bunun dışındaki bütün seçenekler vicdansızlık çünkü. Yollar orada ve sizin mesuliyetiniz onların arasından seçim yapmak.
Hal bu değil. Yol yok. Her birimiz birer yoluz ve yaşadıkça yollar açılıyor. Biz yürümeden açılmış yollar üzerinde yürüyüp, daha önce başkaları tarafından uğranmış –veya bakir, uğranmamış ama orada daha önceden inşa edilmiş– kavşaklarda karar vermek üzere başımızı kaşıyor değiliz. Temelkuran’ın geçtiği ve herkese telkin ettiği kavşağa ben hiç gelmedim mesela.