Zamanın Ruhu, Cesaret, Filan…
Zamanın ruhunu kavramak, vizyon sahibi olmak, eski paradigmayı değiştirmeye cesaret etmek, tarihi yazmak filan kocaman laflar. Ama neticede laf hepsi. Kırk kere değil kırk bin kere söylenince de laf olmaktan öte geçemiyorlar. E evet, kendi kendinize sayıklayıp durunca, tekrarlayıp durunca kendiniz inanabilirsiniz. Lafın böyle bir büyüsü var. Ama büyü işte, gerçekliğe çarpınca kırılıyor.
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de gelir dağılımı bozuktu. Sadece bazıları çok kazanırken başkalarının hissesini alamaması değildi mesele. Kırk yıldır işleyen mekanizma sayesinde, devlete ait bir araziyi çevirip üzerinde yeterince inatla oturabilenler, herhangi bir vasıf kazanmadan, vasıflı olmak için kaynaklarını yatırmış olanlarla kıyaslanmayacak kadar çok pay sahibi olmuşlardı sistemde. Yani iktisattan alınan hissenin vasıfla ilişkisi neredeyse tamamen kesilmişti. Eski Türkiye böyleydi. Yeni Türkiye’de ne oldu? Kalan son birkaç bağlantı daha kesildi ve zenginlik, doğrudan doğruya ve neredeyse sadece ranta endeksli olarak dağıtılmaya başladı. Erdoğan bu hususta bir seyirci de olmadı. Yani Erdoğan farkına varmadığı veya güç yetiremediği için işlemeye devam etmedi eski Türkiye’nin bölüşüm çarkları. Nereden biliyoruz? Rantın vergilendirilmesi filan gibi laflar edildiğinde sergilediği tavırdan biliyoruz.
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’nin dünya zenginliklerinden aldığı pay düşüktü. Türkiye, dünyadaki ölçeği itibariyle, doğrudan yatırımlardan ciddi bir pay alması gereken bir ülkeydi ama alamıyordu. Erdoğan’ın Türkiye’sinde —dünyaya Dolar yağıyor olduğu halde— doğrudan yabancı yatırım istatistiği yek parmak oynamadı.
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’nin herhangi bir şehrinde büyüyen gençler için —eğer zamanın ruhunu kavramış ve geleceğin dünyasında kıymet taşıyacak işlerden herhangi birinde yetişmeye karar vermiş iseler— ne yapıp edip kapağı İstanbul’a atmaktan başka çare yoktu. Türkiye nesi var nesi yoksa İstanbul’a yığmaktaydı. Hâlbuki dünyada şehirlerin uzmanlaşması ve ülke yükünü paylaşması konusunda ciddi bir kararlılık sergilenmeye başlamıştı. Erdoğan’ın Türkiye’sinde ne oldu? Daha önce sosyolojinin genel eğilimlerinden güç alarak varlığını sürdüren eğilim, bir hükümet —yani Erdoğan— politikasına evrildi.
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de eğitim sadece bir endoktrinasyon enstrümanıydı. Erdoğan’ın döneminde ne oldu? Daha da öyle oldu. Sadece ahalinin çocuklarına sokuşturulan doktrin değişti.
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de Cemaat devletin içinde yuvalanmaya başlamıştı. Erdoğan’ın Türkiye’sinde ne oldu? Paralel bir devlet oldu. Erdoğan fark etmediğinden değil, öyle istediğinden… Nereden biliyoruz? “Ne istediler de vermedik” laflarından biliyoruz. Cemaat’in paralel devlet haline evrilmesinin nesi zamanın ruhuna uygun? Neresi vizyon gerektiriyor? Yani diyelim ki 17-25 Aralıklar olmadı. Daha doğrusu 17 Aralık öncesine dönelim. Zamanın ruhunu kavramış vizyon sahibi biri, hangi gerekçeyle, bir vasıfsızlar çeteleşmesinden ibaret bir organizasyonu destekler?
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de medya perişan haldeydi. Bosna’da kıyamet koparken mesela, bir tek muhabirini Bosna’ya yollamamıştı Türkiye. Ahaliyi Bosna kadar alakadar etmeyen diğer hususlar hakkındaki tutumunu varın siz düşünün. Erdoğan’ın Türkiye’sinde ne oldu? Önceki medyadan iki tane oldu. İkincisi birincisini de aratacak kadar vasıfsız olmak kaydıyla…
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de dünya kocaman bir komplo olarak algılanıyordu. Fi tarihinde birileri bir masa başında oturmuş, dünyanın bugünlerini planlamış, Amerikan dolarının üzerine bile —nedense— kendilerini mimleyecek işaretleri koymuş, düzenlerini tıkır tıkır işletiyorlardı. Erdoğan’ın Türkiye’sinde ne oldu? Komplo fabrikaları fayrap etti. Komplolara komplolar eklendi.
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de yargı müflisti. Teknik olarak müflisti, yavaş ve güvenilmezdi, onu geçelim. Yargı mensupları güç sahiplerinden brifing alıyor, brifing verenlerin hukuksuzluklarına ses edemiyorlardı. Erdoğan’ın Türkiye’sinde ne oldu? Yargı mensuplarının ses edemediği güç sahipleri değişti, çünkü memlekette gücün sahibi değişti. Bu arada Erdoğan’ın Türkiye’sinde başı sonu birbirine bağlanmamış, kanun yapma tekniğine hiç uymayan, dolayısıyla yargıda keyfiliğin imkânlarını artıran yığınla kanun da çıktı.
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de siyaset yapmanın imkânları iptal edilmişti. 12 Eylül zihniyetinin eseri olan Seçim ve Siyasi Partiler Mevzuatları Erdoğan Türkiye’sinde ne oldu? Değişmedi! Zamanın ruhunu kavramış, vizyon sahibi Erdoğan memlekette siyaset yapmak konusunda ne gibi bir iyileştirme yaptı? Hiç!
Erdoğan’ın miras aldığı Türkiye’de üniversiteler perişandı. Memlekette CERN benzeri teçhizatlar imal etmek elbette beklenemezdi ama bir bilgisayar ve biraz zekâyla yığınla bilimsel çalışma yapılabilen bir döneme girilmişti dünyada. Onları da geçtik, mesela Sovyetler çöküp Rus kızları Türkiye’nin Karadeniz kıyılarına vurduklarında yaşanan sosyolojik vakaları bile merak etmeyen bir bilim insanları ordusu vardı Türkiye’nin… Tercüme ve nakilden ibaret bir sistemdi Türkiye üniversiteleri. Erdoğan’ın Türkiye’sinde ne oldu? Erdoğan’ın yalakaları Rektör oldu.
Daha sayfalarca devam edebilirim. Ama lüzum yok.
***
Ortada zamanın ruhunu kavramış, vizyon sahibi biri yok. Tam aksine, bir vakitler bütün zamanlar için geçerli bir reçetenin imal edilmişti olduğuna, memleketin başına ne geldiyse bu reçete bize unutturulduğu için gelmiş olduğuna, kendisinin de işbu reçeteyi biliyor olduğuna iman etmiş, zamanın ruhu diye bir şeyi daha baştan reddetmiş biri var. Vizyon filan gerekmediğine, bir zamanlar yapılmış olanı tekrarlamaktan gayrı bir şeye ihtiyacımız olmadığına iman etmiş biri var.
Gelelim cesaret mevzuuna…
Türkiye belki de Erdoğan kadar zamanın ruhuna bigâne, vizyonsuz başkalarına da mahkûm olmuş olabilir. Ne bileyim mesela Yılmaz filan da bu kategoride hesaba girebilir. Ama Erdoğan kadar korkağını ben hatırlamıyorum.
Mesela 1 Mart tezkeresini hatırlatayım mı? Tezkere reddedildiğinde Erdoğan’ın “müesses nizam şimdi bize n’apacak” diye nasıl korktuğunu? Veya 2007’de Köşk’e eşinin başı açık birini çıkarmak için nasıl çırpındığını? Gezi’de birkaç bin çocuktan nasıl korkup, uçakta nereye ineceğine bir türlü karar veremeyişini hatırlatayım mı? 17-25 Aralık’ta “hah şimdi beni bitirecekler” diye nasıl paniklediğini?
Hepsini geçiniz… Soma’da bir markette kendisini protesto eden bir tek, tekrarlıyorum bir tek işçi yakınının üzerine yürürken bile bir koruma ordusuna ihtiyaç duyuşunu hatırlatayım mı?
Daha sayfalarca yazabilirim ama lüzum yok.
***
Neticeten…
Kendi ayaklarınız üzerinde durabilecek vasıflara sahip olmayabilirsiniz. Dolayısıyla kendi ellerinizle canlı bir put imal edip ona tapınmaya ihtiyaç hissedebilirsiniz. Put olarak da Erdoğan’ı seçmiş olabilirsiniz. O da sizin ihtiyacınızı istismar ederek kendisine ışıltılı bir hayat imal etmeye teşebbüs edebilir, ne de olsa siz istediniz. “Nasıl olsa ahaliye her şeyi yediriyoruz” diye düşünüp, manalı manasız sıfatları putunuza yakıştırabilirsiniz.
Eh, biz bu filmi daha önce defalarca gördük. Bir daha seyrederiz, dert değil. Ama sizin akıbetiniz acıklı olacak. Bugününüzden de acıklı olacak. Ben görür müyüm bilemem ama görmüş kadar biliyorum.
Nereden biliyorum? Size bakıp görüyorum.
Bu milletin hasmı Erdoğan değil, sizsiniz. Farkındasınız. Pek bir şeyin farkında olabilecek vasıflara sahip olmadığınıza göre, “hissediyorsunuz” diyelim. “İyi ama Erdoğan’a bu kadar yüklenmek de olmaz ki, partiden liderinin kellesi de istenmez ki” filan diye mırıldanıp, sonra birden “o bin yılda bir gelen bir lider” diye naralanmaların arkasında yatan şey, başınıza gelecek olanın korkusu. Erdoğan sendelerse siz düşeceksiniz, Erdoğan hapşırırsa siz zatürree olacaksınız, hissediyorsunuz. O kadar çok yalan söylediniz, o kadar çok haksızlık yaptınız, o kadar çok gönül kırdınız, haddinize o kadar çok tecavüz ettiniz ki, yol açtığınız nefret selinden korunmanız için her gün biraz daha büyük bir Erdoğan barajına ihtiyacınız var.
Kolay gelsin. Yolun sonu görünüyor…