Zavallılığın İkinci Versiyonu
Ben okumadım, Tanpınar Yaşadığım Gibi’de, görüşünü isteyen genç bir yazarla ilgili olarak bir tespitini paylaşmış (http://serbestiyet.com/yazarlar/a.erkan–koca/yerli-ve-millici-arkadaslara-tanpinardan-ogutler-839012).
“Güzel ve seyyal bir üslup, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü….bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslup zenginliği, bu dikkatler, adeta havası boşaltılmış bir alemde geçiyordu. Toprağa ve her cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.”
Anlıyoruz ki genç yazarın kendisi de —hoşuna gitmese de— Tanpınar’ın tespitine katılıyormuş.
***
Yerlilik, millilik filan gibi netameli mevzulara hiç bulaşmadan, şahsi bir tecrübemden yola çıkarak, meseleye başka bir ışık düşürmeye çalışayım önce.
Kürsüye ilk defa, Bilgi Sistemleri dersi vermek için çıktım. Hamdım. Öğretme konusunda, bilgiyi sunma konusunda, hamlıktan da öte, cahildim. Ama Bilgi Sistemleri konusunda bir sıkıntım yoktu. Ders istediğim gibi olmadı. Olmaması içimi acıttı ama kendimi mazur gördüm. Kendimce, kendimi geliştirecek, eksik yanlarımı giderek tedbirler düşündüm. Mesela ders notları yazdım, daktilo ettim, teksir ettim, dağıttım, filan. Öğrencilerden geribildirim almanın bütün kanallarını açık tuttum. Belki her yıl bir öncekinden yek parmak iyiye gittim ama işi bıraktığımda, hâlâ, olması gerektiğini zannettiğimden çok uzaktım.
Bunu yazın bir kenara. Çünkü onu iki başka şey ile kıyaslayacağım.
Birincisi, başka derslerde benim Bilgi Sistemleri dersindeki performansımdan çok farklı performanslar sergileyemeyen bir yığın mesai arkadaşım vardı. Ama onların kendi performanslarıyla alakalı bir kaygıları yoktu. Çıkıyor, müfredattaki konuyu, ders kitabındaki gibi, kendilerine anlatılmış olduğu gibi anlatıyorlardı. Bitiyordu.
İkincisi, hocalık kariyerimin ortalarında bir yerlerde, ilgili dersi verecek başka kimse olmadığından Proje Yönetimi dersini benim vermem gerekmişti. Daha önce ve daha sonra benzer şekilde başka dersler de vermek zorunda kaldım. Hiçbirine itiraz etmedim. Ama Proje Yönetimi dersini vermeye itiraz ettim. Çünkü bilmiyordum ve sevmiyordum —yani öğrenmek de istemiyordum. Ama itirazım fayda etmedi ve ben Proje Yönetimi dersini verdim. Öğrencilere, mesela kritik yol problemlerinin çözüm algoritmasını anlattım. Ertesi hafta PERT algoritmasını anlattım. Ertesi hafta başka bir algoritmayı… Ders yılı öyle bitti. Daha ders yılı bitmeden fark etmiştim ki, benden birkaç ders alan öğrenciler, en çok Proje Yönetimi dersindeki performansımdan memnun kalmışlardı.
Bilgi Sistemlerini bildiğim için, sadece hangi tür bir problemi nasıl çözeceklerini anlatmakla kifayet etmiyordum. Gerçek hayatta karşılaşmaları muhtemel olan problemleri çözülebilir bir problem halinde nasıl yapılandırabilecekleri gibi şeylerden söz ediyordum. Proje Yönetimini bilmediğim için, sadece problem çözmeyi anlatmıştım. Çocukların derdi, okuldan sonra karşılaşacakları problemlerle alakalı olarak donatılmış olmak değildi, dersi geçmekten başka kaygıları yoktu. Proje Yönetimi dersinde dinledikleri şeylerin hiçbirini gerçek hayatta uygulama şanları yoktu çünkü problem önlerine öyle yapılandırılmış olarak gelmeyecekti. Ama sınavda öyle gelecekti ve geçeceklerdi. Bilgi Sistemleri dersinde dinlediklerinin sınavda ne işe yarayacağını ise kestiremiyorlardı.
İlave olarak…
İstatistik bilmem. Kafam da pek basmaz. Nereden biliyorum? İstatistiğin yardımı olmadan çözemeyeceğim bir gerçek hayat problemine kafa yormak zorunda kaldığımda, on beş dakika içinde acıkırım. Normalde acıkmayı pek bilmeyen biri için tuhaf bir his. Beynim, besbelli, başka zamanlarda harcadığından çok daha fazla enerji harcıyor istatistiki bir bakışı istihdam etmesi gerektiğinde. Açken, yani son yediğim öğünün üzerinden uzun zaman geçmişse, isimleri hatırlamakta, İngilizce konuşmakta ve istatistiki bir meseleyi kavramakta acze düşerim.
İstatistik bilmem ama boğuşmak için istatistiğin yardımına ihtiyaç duyduğum bir problemi çözmek için istatistik bilmek gerektiğini bilmeyen, probleme herhangi bir biçimde yanaşmaya teşebbüs bile etmeyen bir yığın istatistikçi tanıdım. Kendilerinin istatistik bildiğinden şüpheleri yoktu. Eğer problemi modelleyip, yapılandırıp önlerine koyarsam, hangi metotla çözmeleri gerektiğini de söylersem, şıp diye çözüyorlardı.
Yukarıda özetlediğim ama uzun yıllar boyunca biriktirdiğim ve anlamlandırmak için çok uzun mesai harcadığım gözlemleri, Tanpınar’ı tespiti ile ilişkilendireyim. Köyde büyümüş olmak, hâlâ köyde yaşayan tanıdıklarınızın olması, o insanları sevmeniz, o hayatları tanıyor olmanız, onlar hakkında yazdıklarınızın sıcak, kavrayıcı olmasına yetmez. Onları anlamış olmanız gerekir ve o da yetmez. Ayrıca yaptığınız işi anlamış, yapmaya çalıştığınız işi yapamıyor olduğunuzun farkında olmanız gerekir.
Yukarıdan beri söz ettiğim hususlardaki şahsi tecrübelerimi yıllar önce, bir Taşcı Kanunu olarak şöyle özetlemiştim: Bir insan biri işi, ancak öğrenirken iyi yapabilir. “Yapılmaya değer bir işi” diyeyim… Mesela otomobil kullanmak, anladığım kadarıyla, zamanla korteksten omuriliğe aktarılan bilgilerle gerçekleştiriliyor. Onları öğrendikten, yani omuriliğe aktardıktan sonra iyi yapıyorsunuz. Otomatiğe bağlamışsanız… Ama hikâye yazmak, ders anlatmak filan, otomobil kullanmakla aynı kategoriye ait değiller.
***
Modernleşmiş toplumlar ile modernleştirilmiş toplumlar arasındaki temel fark, bence, modernleşmiş olan toplumların önünde modeller olmamış olmasından kaynaklanıyor. Onlar modernleşmeyi yaparken model olarak aldıkları bir başka toplum yok. Dolayısıyla bilmiyorlar ve bilmediklerini de biliyorlar. Bilmediklerini bildikleri için de öğrenmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla iyi işler çıkarabiliyorlar.
Modernleştirilmiş toplumlar ise modernleşmiş olanlara bakıyorlar. Öğrendiklerini düşünüyorlar. Freud hangi şahsi acıları çekmiş de dediklerini demiş bilmeyen birileri, sadece onun yazdıklarını okumakla Freud’u öğrenmiş olduğunu varsayıyor. Bilmediklerini, bilinemeyeceğini öğrenme ihtimalleri hiç yok.
Muhtemelen Fransa’da da birileri başkalarının yaptığına bakıp öğrendiğini zannediyor olabilir. Mesele şu ki, o zannıyla yaptığı işler, başkalarının yaptığı ile mukayese edilebiliyor ve… Sınıfta kalıyor. Türkiye’de —ve diğer modernleştirilmiş toplumlarda— bu tür mukayeseler imkânsızlaştırıldı. Bir tuhaf sosyal kesim yaratıldı. O kesim yaptığı her şeyin, Fransa’daki muadillerinin Fransa’da gördüğü itibarı görmesini talep etti. Hürriyet Gazetesi mesela, gazetecilik filan yapmadan, gazete gibi görünmek konusundaki çabasıyla, Le Figaro’nun itibarını talep etti. Adalet Ağaoğlu kendisine Flaubert muamelesi yapılsın istedi. Filan.
Tıpkı sanayi gibi kültür de korundu Türkiye’de. Sanayinin tenekeleri otomobil niyetine dehşet fiyatlarla pazarladığı ülkede, ODTÜ de kendisini matah bir şey olarak gördü, Hürriyet de, Adalet Ağaoğlu da, Fenerbahçe de…
Sanayi gümrük duvarları ile korunurken, herkesin/hepimizin bildiği bir gerçekliği sıklıkla tekrarladık: TOFAŞ yurt dışındaki rakiplerinin rekabetinden korunuyordu. Ama asıl mesele yurt dışındaki rakiplerden korunmak değildi. Asıl mesele, koruma mantığının Koç grubuna içerideki rakiplerine karşı haksız rekabet imkânı sağlaması idi. Aynı durum edebiyat, eğitim, sanat, bilim gibi alanlarda da geçerli oldu. Benim hoca olarak zaten Harvard’daki veya MIT’deki muadilimle kıyaslanma ihtimalim yoktu. Benim asıl korunmam gereken şey ülke içinde belirmesi ihtimali olan rekabetti ve mesaimi onun belirme ihtimalini ortadan kaldırmaya harcayabiliyordum.
Memleketin sosyalistleri, sosyalizmin nereden çıktığına dair zerre kadar kafa yormadan, “herkesin iyiliğini isteme”nin sosyalist olmak için gerek ve yeter şart olduğunda iman etmiş görünüyorlardı söz temsili. Başkalarının da herkesin iyiliğini istiyor olduğunu/olabileceğini ise hiç akıllarına getirmediler. Derinliği sadece bu kadar olan bir kavrayışla, devrimci edebiyat, devrimci bilim filan yaptılar yıllar yılı. Yani hiçbir şey yapmadılar. Yaptıklarının gişe yapmamasını, tirajlarının son derece düşük olmasını da, emperyalizmin onların önünü kesmek için komplolar düzenlemesiyle açıkladılar.
Bütün mesele, sosyalizmi bilmiyor olduklarını bilmemeleri idi.
***
Kendi tecrübelerimi yaşayıp anlamlandırdıktan yıllar sonra öğrendim ki… Kuantum fiziğinin bugün yaygın kabul gören yorumunun babası olan Bohr’un kardeşi bir matematikçiymiş. Bir gün öğrencileri Bohr’un kardeşine gelip, “yahu kardeşinizin anlattığı hiçbir şeyi anlamıyoruz, hâlbuki siz ne güzel anlatıyorsunuz” demişler. O da, “Niels öğreniyor olduklarını anlatıyor, ben ise bildiklerimi” demiş. Bu misalde kendimi doğrulayan bir şey buldum. Niels Bohr bilmiyor, bilmediğini biliyor ve dolayısıyla öğreniyordu. Bilim tarihine adını zımba gibi vurdu. Kardeşi ise, kendisinin de tespit ettiği gibi, bildiğini düşünüyor ve onları aktarıyordu. Şimdi bu anekdotu anlatırken ihtiyaç hissetsem de, ön adını bilmiyorum. Bir yığın benzeri gibi geçip gitti.
Anlamaya çalışmak başka şey, anladığını zannedip uygulamaya kalkmak çok başka… Türkiye’de herkesin biricik derdi yapmak oldu. Acelemiz vardı. Kaçırdığımız treni yakalamak için başkalarının daha önce yaptığını yapmamız gerekiyordu. Filan. Netice teneke otomobillerimiz ve onlardan çok da farklı olmayan sahte üniversitelerimiz, gazetelerimiz, futbolumuz, edebiyatımız filan oldu.
Güya bütün bu sahteliklere bir itiraz halinde kristalize olan bugünkü iktidar, şimdi bize, zaten her şeyi anlamış olduğunu, biliyor olduğunu, bütün meselenin yapmaktan ibaret olduğunu, zaten de yapıyor olduğunu, yapıyor olmasının da bizden önce onları yapmış olanları kıskandırdığını filan anlatıyor. Hiçbir şeyi bilmiyorlar. Bilmediklerini bilmiyorlar. Her şeyi ağızlarına yüzlerine bulaştırdılar. Ve yolunda gitmeyen her şey için, içeride dışarıda komplo arıyorlar. Daha doğrusu başarısızlıklarını komplolarla açıklıyor, koruma duvarlarını yükseltmeye bahane yaratıyorlar. Kimseyle rekabet etmeyi göze alabilecek marifetleri yok. Cumhuriyet projesinin iflas ettiğini hisseden ama bu süreçte bir yığın imtiyazı ele geçirmiş olan 40’ların seçkinleri gibi…
Daha önce defalarca dediğim gibi, film aynı, oyuncular farklı.