17 Nisan
Ortada bir imalat hatası var, görüyorsunuz. Bazılarının bağırsakları ağızlarına açılıyor ve öyleleri zaman içinde birbirlerini buldu. Durmadan konuştukları için de, burnunuzu tutmadan etrafta dolaşamıyorsunuz.
Bakan koltuklarına, vekil rozetlerine, bülten köşelerine sahip olan bu zevat bile biliyor ki, Türkiye’nin itilip kakılmasına karşı çıkmaya itiraz filan edilmiyor. “Ama Avrupa’nın ikiyüzlülüğü” filan diye geveleyen, “ama boynu eğik yaşayacağımıza başımız dik ölürüz” diye efelenen mahlûkat bile farkında ki, Trump Türkiye’yi —ve malum mahlûkatın kendilerini müdafaasına atadığı medeniyeti— itip kakıp duruyor ama efelenmek nerede, işitmeye bile yanaşmıyorlar. Bakanımız İsrail’deyken İsrail Gazze’yi bombalıyor, “ulan ne kadar aşağılık kompleksi biriktirmişsiniz be” diye bize atarlananların kulaklarına bomba gürültüleri, feryatlar filan ulaşmıyor. Rusya askerlerimizi bombaladığında “kusura bakmayın askerlerimiz sizin bombalayacağınız yerlere tecavüz etmiş” demedikleri kalan mahlûkat, “sizin buğdayınız bizim istediğimiz niteliklere sahip değil” diyebilmek için kırk takla atıyor ve fakat Rusya’dan yediğimiz kazıklardan, içeride pazarlanacak bir zafer imal etmeleri icap ettiğinde, birden dimdik dikiliyorlar.
Listeyi sınırsızca uzatabiliriz, Kardak’tan, Ege adalarından Kıbrıs’a, İran’dan Suriye’ye… Bizi her cephede tuş etmiş, rezil etmiş, önüne gelenin üstüne kustuktan sonra kıçını yalamaya tiryaki olmuş zevat, memleketin içinde “ne yapıyorsunuz” diyene dayılanıyorlar. Hal böyle olunca, insan ister istemez, ortalığa saçılan son pisliklerin de Avrupa’ya filan değil, bize söylendiğini düşünüyor.
Bize…
Ne için?
Herhalde hesabı verilemeyecek kadar birikmiş suçların hesabını bizim soracağımızdan korkulduğu için.
E, evet. Öyle olacak. Korkunun ecele faydası yok. Avrupalılar sokaklarda dolaşabilir mi, dolaşamaz mı bilmem —beni hiç alakadar de etmiyor, onların problemi— ama siz, bırakın başı dik ölmeyi, boynu bükük ölmeye razı gelecek, ölemeyeceksiniz. Ben belki görmeyeceğim ama hepiniz, her biriniz Türkiye’yi düşürdüğünüz durumun hesabını vermek zorunda kaldığınızda…
Neyse…
***
16 Nisan’da bir referandum olacak —olabilirse… Bu, mesela Cenevre’de birkaç yıl önce yapıldığı gibi “şehir merkezine giren otomobillerden ekstra ücret alınsın mı” türü bir halkoylaması değil. Bir Anayasa referandumu. 2010’da daha küçük kapsamlı bir referandum yaptık, hatırlayacağınız gibi… Seçmenlerin dörtte birinden fazlasının katılmaya bile tenezzül etmediği referandumda yüzde 58 civarında Evet çıktı. 2010’a kadar iyi kötü ayakta duran Türkiye’nin kolonları, o günden sonra birbiri ardına çökmeye başladı.
Çünkü…
Bir Anayasa değişikliği referandumu eğer bu kadar düşük bir katlımla gerçekleşiyorsa ve bu kadar düşük bir marjla geçiyorsa… Toplumun atkıları ve çözgüleri dağılmış demektir.
Görünen o ki, 16 Nisan’da marj çok daha düşük çıkacak. Taraflardan herhangi biri yüzde 55’i bile bulamayacak. 17 Nisan’da, bugünü bile aratacak bir Türkiye’ye uyanacağız. Ve kimsenin umurunda değil. Kimsenin… Ne “Evet çıksın” diye memleketin bütün uluslararası ilişkilerini dinamitleyen alçakların, ne de “umarız Hayır çıkar” diye bekleşen kurbanların.
İnsanoğlu, hayatta başına gelen iyi şeylerin kendi eseri olduğunu zannetmekte mahir bir tür. Ama bu, genellikle bir hüsnüzandan ibarettir —en başta aklınız mesela, sizin eseriniz değil. Okuduğunuz okulları siz yapmadınız ve saire… Hal böyleyken, yine de emniyetle söyleyebiliriz ki, eğer aklınızı, vicdanınızı, sizin yapmadığınız ve yapımına hiç katkınız olmayan muhtelif donanımızı kullanmazsanız, başınıza iyi şeyler gelmesi, milli piyangodan üst üste üç defa büyük ikramiyeyi kazanmak kadar zor bir iştir. Karpuz gibi ortasından bölünmüş, her iki parçanın diğerinin gırtlağına sarılması için her gün sayısız iş yapılan bir ülkenin ayakta kalması için dua filan yetmez.
“Dua yetmez” deyince, “vay sen Allah’a güvenmiyor musun, Allah’ın gücünü azımsıyor musun” filan diye efelenen aşağılık mahlûkat, inandıklarını söyledikleri Allah’ın binlerce yılın bilgeliğinden süzülüp gelmiş emirlerinin hiçbirini dikkate almadan, aslında Allah adının altına sığınıp kendi hırsızlıklarını, ahlaksızlıklarını sürdürebilmenin peşindeler. Hesap sorabilecek olanları zan altına bırakmaktan gayrı hiçbir dertleri yok. Başka dertleri olabilecek herhangi bir donanıma da sahip değiller zaten.
Ama hüsnüniyetle dua eden milyonlarca kişiyi namlunun ucuna yerleştirmekte hiç tereddüt etmeyen öteki taraf da hiç masum sayılmaz.
İnançsız bir bilim insanı iken Hindistan’da birden âlemin derin düzenini keşfeden Sheldrake, duanın gücünü ölçmek için bir yığın şey yapmıştı. Ama yanlış yerde arandığından, dişe dokunur bir şey bulamamıştı. Siz birinin hayrı için dua ettiğinizde, kendisi için dua ettiğiniz insana bir katkınız olmaz, o değişmez —ama siz değişirsiniz. O yüzden bilgelik “beddua etmeyin” diye uyarır. Başkasının iyiliğini istediğinizde siz iyileşirsiniz, başkasının kötülüğünü istediğinizde de siz hastalanırsınız.
Sheldrake, dua edenin değil de kendisi için dua edilenin nasıl değiştiğini araştırıp durmuştu. Ama siz cenaze namazında merhuma haklarınızı helal ettiğinizde, ölüp gitmiş olanın muhasebe defterinde bir değişiklik olmaz. Sizinkinde, eğer varsa, var olduğunu zannediyorsanız, merhumun size olan borçları hanesi sıfırlanır. Artık asla tahsil edemeyeceğiniz alacakları silmiş olursunuz. Önünüze bakarsınız. “Ah ölmeseydi de şunları tahsil etseydim” deyip durmaktan, hayıflanmaktan, kendinize acımaktan, öfkeden filan kurtulursunuz. Sizin için iyi bir şeydir bu. Ömrünüzün kalanı için…
Dua iyidir yani… Sizi değiştiriyorsa, sağaltıyorsa…
Malzemesine öfke ve nefretten gayrı hiçbir şey katılmamış, bağırsakları bir mühendislik hatası neticesinde ağzına bağlanmış bir güruha kızıp, dua ile kendini sağlatmayı bilen, sağaltmaya çalışan milyonlarca insanı aşağılamak iş değil yani.
***
Rahmetli dayım, soğuk savaşın civcivli günlerinde bir gün, “bu Sovyetlerde,” demişti, “eğer tepedeki birkaç bin kişiyi öldürsen, muazzam bir performans artışı olur, hâlbuki Amerika’da tepedeki birkaç bin kişiyi öldürsen sistem felç olur.” Sovyetler, ona göre, kültürlü toplulukların berbat bir heyet tarafından iğdiş edildiği bir yerdi. Amerika ise kültürsüz yığınların, mahir bir seçkinler heyeti tarafından kendisini aştığı bir yer…
Varsayımları doğru muydu, bilemem. Ama Türkiye eleğinin, onlarca yıldır, durmaksızın vasıfsız insanları tepeye doğru ittirdiğini düşünüyorum. Türkiye’nin bütün kesimleri, kendilerini siyasette, sivil toplumda, medyada, sosyal medyada temsil edenlerden çok daha çalışkan, çok daha yaratıcı, çok daha diğerkâm, çok daha anlayışlı, çok daha uzlaşmacı, çok daha ileri görüşlü, çok daha kanaatkâr filan bana göre… Ama Türkiye, ısrarla, tembel, ezberci, anlayışsız, uzlaşmaz, sığ insanların yükselmesini sağlayan bir sosyal organizasyona sahip. Delil mi istersiniz? İzlanda’dan bile Avrupa’nın büyük liglerinde oynayacak onlarca oyuncu çıkarken, Türkiye’den çıka çıka kendisini bulunmaz Hint kumaşı zanneden Arda çıkabiliyor.
Sonra biz hesaplarımızı o toplum üzerinden değil de bir biçimde o toplumun farklı kesimlerinin hassasiyetlerini istismar ederek hırsızlıklar, uğursuzluklar yapmış, hırsızlıklarının uğursuzluklarının hesabı sorulacak korkusuyla toplumun yüzlerce yıllık cephaneliklerini gözünü kırpmadan harcayan alçaklar üzerinden konuşup, düşünüp duruyoruz. Pislikler üzerinden…