1915’te Ne Oldu
Daha önce başka vesilelerle misal olarak kullandım, Daniel Defoe’nin ünlü romanında Robinson Crusoe, Cuma’yla karşılaştığında, ona “senin adın Cuma olsun” demese de “senin adın ne” diye sorsaydı, roman geliştiği şekilde gelişemezdi. Yani Crusoe’yu medenileştirici bir aktör, Cuma’yı ise medenileşmesi için Crusoe’ya muhtaç bir vahşi gibi algılayamazdık. Crusoe’nun —şimdiki halde meşru görünen— tasarruflarının hiçbiri meşruiyet taşımazdı.
Ad koymanın, bildiğim kadarıyla yansız bir biçimi mümkün değil. Ad koyan muktedirdir. Adı konan ile farklı düzlemlerdedir.
1915’te olanlara ne diyeceğimiz yani, öyle masum bir karar problemi değil.
1915’te olmuş olanlar benim açımdan tiksindirici şeyler. 1915’ten sonra olmuş olan hadiseler, yani Anadolu’nun kalan Ermenilerine, Rumlarına, Yahudilerine, Süryanilerine yapılanlar, Kürtlerine yapılmakta olanlar, tiksindirici olmaktan da öte şeyler. Çünkü 1915’te, her şeye rağmen, fondaki savaşın meşrulaştırıcı bir etkisi var. Ama daha sonra yapılanlar böyle bir fondan da mahrum. Bütün bunlardan haberdar olduğum andan itibaren, hepsini kendimce mahkûm ettim.
Yapılanlardan utandım mı? Hayır utanmadım. Çünkü hiçbirinde bir mesuliyetim olduğunu düşünmüyorum.
***
1915’te olanlara soykırım demeyeceğim.
Çünkü, yukarıda da işaret ettiğim gibi, mesele bir iktidar ilişkisi meselesi benim için. Kendi hesabıma, Ermenilere, Kürtlere, Yahudilere, Rumlara ve daha kim varsa onlara karşı Crusoevari bir ilişkiyi reddediyorum. Ama Cumavari bir ilişkiyi de —tastamam aynı sebeplerle— reddediyorum.
Dahası var.
Kürtler bir vakittir, Türklerin devleti ile bilek güreştiriyor. Benim devletim olmadığını çoktandır bildiğim, daha kuruluşunda benim devletim olmamış olan, 12 Eylülde benim devletim olmaktan hepten istifa eden, 28 Şubatta benim devletim olmayan, Erdoğan’ın mülküne geçirildiğinde de benim devletim olmayan bir devletle bilek güreştiriyorlar. Hepimizin gözünün önünde sergilenen bu müsabaka eşitsiz, asimetrik bir mücadele. Ve bana öyle geliyor ki, Kürtler, bu mücadele boyunca, sıklıkla, bu toprakları tanzim etme hakkını kendinde gören medenileştirici Crusoe’larla işbirliği yaptılar. Ama bu işbirliği anlaşılabilir, mazur görülebilir bir şey, çünkü —dediğim gibi— mücadele asimetrik.
Ama Ermeniler için benzer şeyleri söylemek zor. Ermeniler, daha başından beri, Crusoe’ların eteklerinin altına girip, bu toprakların başka ortaklarına Cuma muamelesi yaptılar ve şimdi de tastamam aynı şeyi yapıyorlar. Soykırım dayatmasının serencamı bile buna kâfi delil. Kendilerini dünyanın ve dolayısıyla da bu bölgenin efendisi gören, dünyanın medenileştirici unsurları pozisyonuna kendi kendilerini atayanlara, “Türklere Cuma deyin” diye yalvarıp duruyorlar uzun süredir. Kendimi Türklerin devletinin Türklerinden görmüyorum. Ama o devlete ve o devletin Türklerine birilerinin Cuma demesini de içime sindiremem.
Kendisini çok yakından takip etmişliğim yok ama galiba Hrant Dink de böyle bir şeyi içine sindiremezdi. Belki bu topraklarda kalmış bir avuç Ermeni de sindiremez.
Hrant Dink yaşıyor olsaydı, muhtemelen şu noktada anlaşabilirdik: Türkler yenilmeden Ermenilerin kazanacağı bir çözüme ihtiyacımız var. Elbette Dink’i hunharca katleden, kimsesiz bir adamı sokak ortasında ensesinden vurmakla bir kahramanlık hikâyesi yazmaya kalkan zavallıların kaybetmesi gerekiyor, buna itirazım yok. Ama bütün Türkleri dizlerinin üstüne çökertmeden, hepsinin Türk olmaktan utanmasını sağlamadan içi rahat etmeyecek olanların da Avrupa Parlamentosundan, Vatikan’dan, Washington’dan daha fazlasına ihtiyaçları var. En başta kendilerine ihtiyaçları var ve anladığım kadarıyla denklemde işte tam o yok.
***
Akşam’da yazarken, Dink davasının bir safhasında yazdığım bir yazıda şunları demiştim:
Kendisine devlet diyen, kendisine devlet dedirten bu çeteyi, bu İttihatçı karikatürlerini tanıyorum. Hep kimsesizlere, en güçsüzlere, en çaresizlere, en müdafaasızlara havlamalarından tanıyorum onları. Aferin delisi bir oğlanın eline tutuşturdukları silahla müdafaasız bir adamı, güpegündüz, sokak ortasında, kahpece, ensesinden vurduracak kadar ödlek olmalarından, ödlekliklerini gizleyebilme ümidiyle “kalemimi kıracak delikanlı arıyorum” diye naralanmalarından tanıyorum. Delikanlılık kelimesinin ağızlarına hiç yakışmamasından…
Ama onlarca yıldır onların elinden bunca çekmiş, bunca çile ve tecrübe biriktirmiş, bunca bilgeliğin mirasına sahip bu milleti artık tanıyamıyorum. Almanya’da dönerci cinayetlerini işleyenlere Almanların çoğunluğunun sessiz destek vermesi beni şaşırtmıyor. Kudretin aşırı merkezileşmesinin dünyayı hanidir bu kadar ölçüsüzce zehirliyor olduğunu zaten biliyordum. Bu zehrin panzehirini, bu toprakların bunca güngörmüş çile çekmiş insanlarının imal edeceğini umuyordum.
Ey millet! Sen nizam-ı âlem derken, ben zannediyordum ki, kudretten başı dönmüş, ölçülerini kaybetmiş Almanların, Fransızların buz tutmuş ruhlarını ısıtacak bir bilgelik vaadin var. En azından kudret sahiplerine, zalimlere meydan okumaya hazırlanıyorsun. Sen, aynı zulmü paylaştığın naçar Ermenilerle, Rumlarla, Kürtlerle aşık atmayı mı kast ediyordun? Yazık.
Hâlâ aynı yerdeyim. Yani yersiz yurtsuz. Yani kimsesiz. Bir şikâyetim yok. Oyuncusu olmayı bilerek reddettiğim bir oyunda seyirciyim. Ve seyrettiğim oyunda, onları Cumalaştırmış olan Crusoeların başkalarını da Cumalaştırabilmeleri uğruna kendisini iptal etmiş bir kavmin Crusoelardan aferin almalarını alkışlamayacağım.
Diyebilirdim ki, “kendinizi sattınız, bedelini ödediniz, şimdi de kendinizi satıyorsunuz ve çok daha ağır bir bedel ödeyeceksiniz.”
Dink’in hatırası için demeyeceğim.