27 Mayıs
Bugün 27 Mayıs.
Ben akran olanlar için bugün de bayramlardan bir bayramdı. Okullarda coşkuyla (!) kutlanan bir bayram.
Artık bayram değil. Hatta bir nevi yas günü bile sayılabilir. Ama orası da bir tuhaf. Neredeyse herkes 27 Mayıs’tan itinayla uzak duruyor. Hatta 27 Mayıs’ın sembol isimlerinden Türkeş’in kurduğu parti ile ondan ayrılıp “Türkeş ‘aslında’ bizimdir” diyenler bile.
Bir tek ömre sığmış ne çok viraj.
Dağın tepesine ulaşabilmek için makul bir eğimle yükselen virajlı bir yolun yerine, “cinlik yapıp” “kestirme” bir tünel açmaya heves etmiş vasıfsızların projelendirdiği bol virajlı bir tünelin içindeki keskin virajlar.
***
Bu vesileyle, olabildiği ölçüde serinkanlı bir değerlendirme yapmaya çalışayım.
“Orta yerden” başlayalım. Cumhuriyet başarısız olmuş bir proje idi.
Diyelim terfi finalini kazanmak için sahaya çıkmış, fark yemiştik. Ama oturup, “ne gol attık ama” diye, attığımız biricik golü tekrar tekrar hatırlamakla avunuyorduk. Veya “bizim formalar daha güzeldi” diye… Veya “filanca dakikada şu atağımız ofsayt diye kesilmeseydi, topu şuraya atabilseydik, o da şuradan vursaydı” gibilerden…
Veya diyelim, mezuniyet için belirli bir ortalamayı tutturmamız gerekiyordu, çok altında kalmıştık ama “müzikten en iyi notu biz aldık” diye kasılıyorduk. Veya “sınıfın en devamlı, en az devamsızlık yapan öğrencisi bizdik” diyerek… Veya “ders yılı boyunca, hiçbir kavgada bir tek yumruk yemedik” gibilerden…
İngilizcede bazı kelimeler var ki, “uzaktan” bakıyor olduğumdan belki de, Türkçe karşılıkları onların yerini tutmuyor gibi geliyor bana. Bunlardan biri “irrelevant” kelimesi. Türkçe karşılığı “ilgisiz”. Ama insanı bambaşka yerlere götürüyor, ilgisiz yerlere… Veya “münasebetsiz” diyebiliriz, o da münasebetsiz yerlere götürüyor. Cumhuriyet ve başarısızlığı bahsinde, Cumhuriyetçilerin müdafaa hatlarını kurdukları noktalar, basitçe, “irrelevant”. Yani sözü edilen hususlar ile başarı arasında ilgi yok, münasebet yok. O denilenler olmuş mu, mesela şeker fabrikaları kurulmuş mu? Kurulmuş. Ama işte bilmem kaçıncı dakikada atılan bir gol gibi bir şey sözü edilen. Bahsimiz bu değil. Maçı kaybettik, fark yedik, terfi edemedik. İran Şahını misafir ederken yumuğu boşluğuna oturtmak için opera yapmak filan… Ergen atışmalarında hakem heyetinden on tam puan bile alabilir. Ama işte o kadar.
1923’te şartlar, başlangıç şartları, son derece elverişsizdi, tamam. Uzun süren savaşlardan çıkılmış, memleket tarumar, tamam. Ama o elverişsiz başlangıç şartları, aynı zamanda, istatistikler için son derece elverişli şartlar. Ne yapsanız müthiş büyüme olacak yani. Ne yapılsa müthiş büyüme sağlanmış, tamam.
Ne yapılmamış?
Mesela 1923 ile 1950 arasında, Osmanlı’dan müdevver yükseköğretim kurumlarına, sadece, sonradan Ankara Üniversitesi halinde örgütlenecek olan kurumlar ilave edilmiş. Sadece… O kurumların çoğu da, zaten, daha kuruluşlarından itibaren bilim dışı dil ve tarih “teorileri” için “rezerve” edilmiş.
Mesela şehirleşilmemiş. Yani şehirleşme bahsinde birkaç puanlık mütevazı bir “gelişme” sağlanabilmiş –anlaşıldığı kadarıyla Cumhuriyet o kadarını bile “istememiş” de engellemelerine rağmen o kadarı olmuş.
“İyi ama ahali cahil ve köylü, zaten okumaya ve şehirleşmeye talebi yokmuş ki” demeyin. Öyle değildi çünkü. Nereden biliyorum? 50 sonrasında hem okullaşma ve hem de şehirleşme roket hızıyla tırmanmaya başlıyorlar. Talep varmış ve… 50’den önce bastırılmış. Muasır medeniyet seviyesini aşma iddiası olan Cumhuriyet, bu işi, eğitimsiz bıraktığı köylü yığınlarla yapmaya kalkışmış gibi…
Veya?
Aslında muasırlaşmak filan gibi bir derdi olmamış. Eğitimli ve şehirleşmiş nüfus, sanki sadece kendisinin böyle talepleri olduğu zannıyla –veya o zannı uyandırarak– kendi imtiyazlı pozisyonunu yığınlardan esirgemeyi tercih etmiş –dertleri imtiyazlarını korumaktan ibaretmiş. Kendileri aydınlık, kalanlar ayak bağı.
Ama şeker fabrikaları yapmışlar, operalar da…
1950, kendileri okuma şansını kaybetmiş olsa da çocuklarını okutmak isteyen, bu yüzden de şehre göçmek isteyen diplomasız ve köylü yığınların başkaldırısı olarak okunabilir. Ama siz yine de, o yığınları “sizi şehirli yapacağız, çocuklarınıza okul yapacağız” diye dolandıran toprak ağalarının “aslında” kendi menfaatlerini tahkim etmek için iktidarı ele geçirmesi olarak okumayı sürdürebilirsiniz.
Tarihi Kemal, İsmet, Celal, Adnan gibi şahısların yazdığına inanıyorsanız, işbu zevatın mensubiyetleri üzerinden bir tarih yazabilirsiniz. Yok, tarihi toplumların yazdığına inanıyorsanız, kendilerini Cumhuriyetçi olarak tavsif etmiş bir avuç “seçkinin”, “imtiyazsız, sınıfsız bir toplum” talep eden yığınlar karşısında ağır bir yenilgisi olarak da yazabilirsiniz.
“Ama ezan” filan diye gelmeyin. Karşısına, “kendisi evli iken, evli bir kadınla, kocasının nezaretinde münasebet kuran Başbakan” hikâyesini çıkarırım, diyecek lafınız kalmaz. Veya sayısız başka hikâyeyi… Türkçe ezan, tepeden tırnağa manasız, “münasebetsiz” bir teşebbüstü. Erken Cumhuriyetin sayısız “münasebetsiz” işlerinden bir iş. Başarısızlığı yüzünden tasfiye edilmiş bir “proje”nin, başarısızlığını itiraf etmek yerine geliştirdiği bir bahanedir “Arapça ezana dönüş”. Sanki ahali, Cumhuriyetin diğer her şeyinden memnunmuş da, bir tek ezanın Türkçeleştirilmiş olmasından kaşınmış, kışkırtılmış ve “aldatılmış” da…
O işler öyle olmadı.
Tarafların her ikisinin anlattıkları da “münasebetsiz”. 50 sonrası Başbakanının münasebetsiz münasebetinden daha münasebetsiz. Hikâye şeker fabrikaları, operalar, Türkçe ezan, Arapça ezan ve sair motiflerle süslü olsa da, esas olan şey terfi edememiş veya sınıfta kalmış olmamız.
***
1950’den sonra?
Sonrası daha acıklı.
Menderes “başarısız” oldu. Fazlasıyla başarısız bir projenin antitezi olarak sahneye koyduğu oyunda ölçüyü kaçırdı. Cehaleti ve şımarıklığı yüzünden işler rayından çıkınca, yerini aldığı kesimlerin taktiklerine müracaat etti: “Şunları, şunları yaptık ama düşmanlar bize mani oluyor” kafasıyla iç düşmanlar imal etmeye başladı. Başlangıçta küçük olan günahları örtmek için her defasında daha büyük bir günah işledi.
Ve…
27 Mayıs.
Eğer darbe olmasaydı, dönemin analizleri gösteriyor ki, seçimlerde Menderes ağır bir yenilgiye uğrayacaktı. Belki iktidarı kaybetmeyebilirdi ama artık alıştığı rahatlığı kalmayacaktı. İktidarı kaybetmezse bu, kendisini destekleyen yığınlar hâlâ arkasında durduğundan olmayacaktı, karşısına taze bir alternatif çıkmadığından olacaktı. Ama o alternatifin “seçimden sonra” inşa edilmesinin imkânları, anlaşıldığı kadarıyla, bugünkünden fazlaydı.
Bir grup budala subay, 27 Mayıs’ta, Türkiye’nin bu imkânlarını heder etti.
Sadece o kadar da değil.
Kendilerini Cumhuriyetin bu topraklardaki yegâne müdafii addeden başarısız ve vasıfsız güruh, adil bir biçimde yarışma zarureti olmadığını 27 Mayıs sayesinde öğrendi. Başarısızlıklarının faturasını ödemek zorunda kalmayacaklarını öğrendiler –ve zaten de o gün bugündür ödemeye yanaşmıyorlar.
***
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’yı bir yağma ve talan düzeni olarak tarif eder. Siz de muhtemelen öyle düşünüyorsunuzdur. Hâlbuki o imparatorluk, üç yüzyıl boyunca bir tek savaş kazanmadan ayakta durdu. Neyin yağması, neyin talanı?
Gerçekte iktisadi açıdan, bir yağma ve talan düzeni olarak tesis edilen Türkiye Cumhuriyetidir. Ermeni mal ve topraklarının ağırlıklı olarak Kürt nüfusa yağmalatılmasıyla başlayan ve muhtelif kesimlerin biriktirdiklerinin ve/veya devletin (eskiden hanedanın mülkünde görünen) malı olan kaynakların nevzuhur kesimlere dağıtılmasıyla tohumları atılmış bir iktisadi düzenden söz ediyoruz. İyimser bir okumayla, “ekonominin millileştirilmesi” olarak tarif edilen bir düzenden…
Ekonominin millileştirilmesi olarak “pazarlanan” süreç, dönemin ruhuna filan bakılırsa, en azından “anlaşılır” bulunabilir. Yine dönemin ruhunu referans vererek, yaşanan insanlık dramlarını görmezden gelmeyi de sürdürebiliriz.
Ama…
Yağmayla malın yeni sahibi kılınanlar, eski sahipler kadar mahir ve marifetli olmadılar. Zamanla onların maharetlerine ulaşacak şekilde “öğrenmediler” de… Verim düştü. Esas başarısızlık burada ve başarısızlığın esas kaynağı da burada.
Başkalarının mallarının üstüne oturup eski verim düzeyini yakalayamayanlar ikiye bölündüler. Her biri kendi verimsizliklerinin sorgulanmasını imkânsızlaştırmak için, diğerini, diğerinin “ideolojisi” gibi sundukları şeyi suçlamaya girişti. Ve ötekini gayri milli olarak pozisyonlamaya…
27 Mayıs, daha önce bir orta oyunu olarak köylerde, kahvelerde sahnelenen bu münasebetsiz oyunun resmi görevliler tarafından “derlenerek”, kayda geçirilerek, “Devlet Tiyatroları repertuarına” alındığı tarihtir.