60’ın Eseri, Erdoğan’ın Eseri

Dün sözünü ettiğim Sociobiology Polemiği parladığında, henüz Genom Projesi ufukta bile görünmüyordu. İnsanın genetik kodu hakkında bugün biliyor olduklarımızın kırıntısına bile sahip değildik, handiyse zırcahil sayılırdık. O günün şartları altında kamplar kabaca şöyle biçimlenmişti:

Bir tarafın poster çocukları Wilson, Dawkins ve —Gould tarafından Dawkins’ lapdog olarak etiketlenen— Dennett idi. Karşıtları onları, indirgemecilikle, genetik determinizmle itham ediyorlardı.

Öte yanda ise başlarını Gould ve Lewontin’in çektiği geniş bir kesim vardı. İnsanı kültürün şekillendirdiğini öne sürüyorlardı. Onlara göre, bir Afgan köyünü boşaltıp köylüleri Amerika’ya yerleştirseniz, çok geçmeden Amerikalı gibi davranma potansiyeline sahip idiler. Veya mesela Amerikan müesseselerini Afganistan’da kurarsanız, Afganistan’ın Amerika olmaması için bir sebep yoktu.

Polemiğin kızışmasını müteakip, dün de özetlediğim gibi, Lewontin ve Gould tarafı şirretlikle karşı tarafı sindirdiler. Ama tartışma alttan alta sürdü. Bu süreç içinde akademik çalışmaların istikameti de tartışmadan etkilendi. Politik tutumlar zaten en başından beri netti. Her bilimsel bulgu, taraflardan birinin veya diğerinin elini güçlendirdi. Ama bir süre sonra görüldü ki, taraflardan hiçbiri tam anlamıyla haklı değil.

İnsanın herhangi bir özelliği veya davranışı bir tek gen tarafından belirlenmiyor. Yani Arjantin takımının oynadığı futbol Messi’nin, Di Maria’nın veya Higuain’in ayrı ayrı yaptıklarının neticesi değil. İnsanın fizyolojisi ve davranışları, bir gen takımının oyunundan zuhur ediyor. Ve ayrıca, herhangi bir geni değiştirdiğinizde, diyelim Arjantin’in sol bekini değiştirdiğinizde, sadece sol bek mevkiinde bir değişim meydana gelmiyor, mesela Messi’nin daha geri gelip top alması da elzem olmaya başlıyor, ve saire…

Öte yandan, insan öyle bir boş levha (tabula rasa), her kapıya uyabilen bir maymuncuk değil. Her insanın bir genetik mirası var. Her kültür onu meydana getiren insanların genetik koduna göre biçimleniyor. Dolayısıyla, bir insan tekini çok küçük yaşta bir kültürden alıp bir başka kültüre ekerseniz kısmen filizlenebiliyor ama bir kültürün müesseselerini bir başka kültüre taşıdığınızda hiç de beklediğiniz neticeleri alamıyorsunuz.

Sociobiology Polemiğinin ibret verici neticelerinin üçünden dün söz etmiştim. Bugün de asıl önemsediğim neticeyi özetlemeye çalışayım. Polemiğin işleyişi gösteriyor ki, başlangıçtaki taraflardan herhangi biri haklı değil. Ama Wilson polemiğin fitilini çekerek, bizi iki kampa bölerek, verimli bir süreç başlatmış oldu. Bu süreçte, gerektiğinde birbirimizin kalbini kırarak da olsa, ciddi bir mesafe kat ettik. Tarih, muhtemelen, “1975’te Wilson Socibiology’yi yazdı ve zamanla kendisine karşı çıkanlar karşısında bir zafer kazandı, Sociobiology haklı çıktı” diye yazacak. Ama aslında Wilson haklı çıkmadı. Sociobiology karşıtları tarafından ehlileştirilen Sociobiology haklı çıkmış olacak.

***

Darrin McMahon’un Enemies of Enlightenment: The French Counter-Enlightenment and the Making of Modernity adlı bir kitabı var. Kitabın adının da veciz bir biçimde söylediği gibi, Aydınlanma denen şeyi yapan, karşı-Aydınlanmacılardır. Yani bizim bugün Aydınlanma dediğimiz —modernliğin temelinde yatan— kavramsal kod, Aydınlanma karşıtlarının müdahaleleriyle biçimlenen Aydınlanma düşüncesidir.

Benzer bir süreci biz, 1950’lerde yaşadık. Cumhuriyet, bir toplumsal elit üretmişti ve o toplumsal elit Cumhuriyeti tekeline geçirmişti. Demokrat Parti, toplumun kalanının da Cumhuriyete hissedar olma teşebbüsüydü. Cumhuriyetin Cumhuriyet eliti tarafından yorumlanış tarzını dönüştürmeye ve Cumhuriyeti toplumun bütün kesimlerinin malı haline getirmeye çalıştı. Ancak Cumhuriyeti biçimsiz yığınlarla paylaşmaya yanaşmayan Cumhuriyet elitleri, kendi saf, Platonik Cumhuriyet tasavvurlarını, hayatta kalması imkânsız olan, doğurgan olmayan tasavvurlarını, aslında kendi tekellerini muhafaza etmek adına şiddetli bir müdahale gerçekleştirdiler. Eğer bunu yapamasaydılar, Türkiye’nin tarihi bambaşka biçimde seyredecekti. O müdahale toplumu, birbiriyle diyalog kuramaz iki kampa böldü.

Demek ki…

İki kampa bölünmek kötü bir şey değil. İki kampa bölünüp birbirimizle dövüşmeye başladığımızda, eğer tarafların birinin elinde, diğerini oyunun dışında bırakacak kudret yoksa, dövüşün sonunda her iki taraf da kaybeder ama ortaya herkesin faydasına olan bir hasılat çıkar. Ama eğer taraflardan biri diğerini oyunun dışında bırakabilecek kudreti temerküz ettirebilmişse, belki savaşı kazanabilir ama kazandığı zafer bir Pirus Zaferi olur. Kimse kazanmış olmaz. Kavramlar, tarafların her ikisinin katkılarıyla biçimlenmiş olmadığından, kimsenin ihtiyacını karşılamaz.

1960’ta kazanılan zafer bir Pirus Zaferiydi. Öyle ki, yeni savaş dalgalarını kaçınılmaz kıldı. 1920’lerde toplum tarafından edinilmiş kazanımlar, 1950’lerde yeniden biçimlendirilerek, yeni kazanımlara yol açmıştı. 1960’ta biz, bütün kazanımlarımızı kaybettik.

Erdoğan —böyle bakınca— 1960’ın eseri. Erdoğan’ın eseri de, en az kendisi kadar biçimsiz bir şey olacak.

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin