Çomar
Siyaset bilimi alanında doktora yapıyorsunuz diyelim. Farklı ülkelerdeki siyasi akımları analiz ederken, yolunuz, sosyolojisi ve siyaseti hakkında hiçbir şey bilmediğiniz bir ülkeye düştü. İlk anda anladınız ki, birbiri ile rekabet halinde iki ana akım var.
A akımının liderlerinden birinden randevu aldınız. Sizi muhabbetle ağırladılar. Gösterişsiz bir mekânda, mahalli motiflerin neredeyse görünmez bir biçimde yedirildiği modern kıyafetli sakin bir adam ile karşılıklı oturdunuz. Sordunuz, anlattı. Anladınız ki, adam elli yıl sonrasının hesaplarını yapıyor. Toplumun içinden başarılı çocukları seçiyor, onlara imtiyazlı bir eğitim sağlıyor. Kilit noktalara yerleşecek şekilde yönlendiriyor.
Görüşmeden çıktınız, aynı kanadın siyasi partisinin genel başkanı ile görüşmeye gittiniz. Karşınıza kalabalık bir heyet çıktı. Aklınızda kaldığına göre heyettekilerin biri, partinin gazetesinin yöneticisi. Bir diğeri gençlik hareketini örgütleyen kişi. Bir başkası, partinin mahallelere kadar derinleşmiş örgütlenmesinin sorumlusu, filan. Hepsi de doğrudan partinin genel başkanına karşı sorumlu. Arı gibi çalışıyorlar. Sizin ziyaretinizden parti adına bir fayda çıkabilir mi, birileri bu sırada bilmediği bir şey öğrenebilir mi, bu arada da siz partinin gönüllü bir propaganda aracı olabilir misiniz filan gibi dertleri var. Sinekten yağ çıkarmaya çalışıyorlar yani.
Sonra B akımında bu zatların karşılıklarını aradınız. Sizi —akımın önemli bir ideoloğu olduğu iddiasıyla— büyük bir medya grubunun genel yayın yönetmenine yönlendirdiler. Şahane manzaralı, son derece şatafatlı bir odada, son derece pahalı olduğu ilk bakışta anlaşılan şık kıyafetler içinde bir beyefendi karşıladı sizi. Şık sekreterler hizmet ediyorlar. Son derece kaliteli bir viskinin eşliğinde öğrendiniz ki, beyefendinin yakasındaki rozette profilden görünen şahıs, elli yıl önce büyük bir devrim yaparak ülkeyi Batılılaşma yoluna sokan zat. Kolunu şöyle geniş bir yay çizecek şekilde hareket ettirirken diyor ki yayın yönetmeni size, “ülkemizde şahit olduğunuz bütün bu çağdaşlaşmayı biz kendisine borçluyuz.” “Ama” diyorsunuz, “gördüğüm kadarıyla son derece ilkel şartlarda yaşayanlar da var ülkenizde.” “Etkisizler,” diyor beyefendi ve cehaletinize şaşırmış bir biçimde ekliyor, “ dünyanın neresinde görülmüş, ilkelliğin çağdaşlığı yenmesi? Eninde sonunda çağdaşlık kazanacaktır ve zaten geniş yığınlar hızla çağdaşlığın kıymetini anlıyor, çağdaşlaşıyorlar.”
Birkaç siyasi parti geziyorsunuz, çok meşgul oldukları gerekçesiyle genel başkanlara ulaşmıyorsunuz. Lütfedip size bilgi vermek üzere görevlendirdikleri kişiler ise, parti yetkililerinin her gün o gazeteden bu televizyona, o açılıştan bu resepsiyona koşuşturarak, bıkmadan, partilerinin programını halka anlatmaya çalıştıklarını, halkta fevkalade bir yankı bulduklarını, bu defa seçimi kendilerinin kazanacağını filan anlatıyorlar.
***
“Sizce hangi vadede hangisi kazanır?” diye sormayacağım. Derdim başka. Sizce bu akımların hangisi Batılı? Soruya cevap vermeden önce tartmanızda fayda var, “elli yıllık planlar yapmak” ve/veya “belirli bir hedefe ulaşmak için mekanik/bürokratik bir örgüt kurmak” tercihlerini mi Batılılık olarak tarif ediyorsunuz, “geçmişte kalmış bir başarıyı yüceltmek” ve/veya “gevezelik edip propaganda yapmak” tercihlerini mi?
Evet, doğru tahmin ettiniz, yukarıda A akımın liderlerinden biri dediğim Fethullah Gülen. Parti genel başkanı da Erbakan. B akımının temsilcilerinin yerine, kendiniz dâhil, herhangi birilerini koyabilirsiniz. Tekrar soruyorum, Gülen ve Erbakan mı daha Batılıydı, bize durmadan Batılılaşma, çağdaşlaşma masalları anlatıp duran Ertuğrul Özkök, Kemal Gürüz, Çevik Bir, Tansu Çiller ve sair zevat mı?
Batılılığı, Batıcılığı, uzun vadeli planlar yapmayı ve saireyi olumlamak veya olumsuzlamak derdinde değilim. Rivayet olunur ki Ebu Bekir, Ömer’i Muhammed’e şikâyet etmiş “uzun vadeli hesaplar yapıyor” diye. Ömer içerlemiş, “ben,” demiş, “gece yatarken ancak ertesi sabahı düşünürüm.” Muhammed Ebu Bekir’e dönmüş. “Ben,” demiş Ebu Bekir, “bir nefes aldığımda onu vereceğim kadar süreyi düşünürüm.” Bu tür menkıbeleri olan bir dinin mensupları, bu ülkede, elli yıllık planlar yapıp orduyu ele geçirdiler. Nereye bakacağız? Menkıbelerine mi, yapıp ettiklerine mi, meselem bu.
Ve mesele, sadece İslamcıların kendi menkıbelerine mugayir işler işlemesi değil. Onların karşısında olanlar da tastamam onlar gibi. Dillerinde çağdaşlık, Batılılık ve sair menkıbeler, menkıbeler. Ülkenin Orta Doğu’da olmasından şikâyetler, şikâyetler. Ama Orta Doğululuk derken kast ettikleri neyse, tam da öyle bir iş işleme tarzı. Kılık kıyafetle insan kategorize etmeler, yasak koymalar, keyfilik, bir yazıklanma hali, mütemadiyen ve her şeyden şikâyet etme hali, haklı tarafta olduğuna, eninde sonunda kazanacak tarafta olduğuna bir iman, gri tonları yok sayan siyah-beyaz bir dünya tasavvuru ve saire…
Tekrar söylüyorum, Orta Doğululuk böyle bir şey midir, iyi midir, kötü müdür, bahsi diğer. Meselemiz neyin iyi, neyin kötü olduğu değil, neyin ne olduğu.
***
Memleketin hali bu. En azından 60 darbesinden beri bu haldeyiz.
Sonra?
“Çomarın hiç mi suçu yok?”
Eğer çomarsa, yani idraki yoksa, suçu da yok. Çağdaş hukuka göre yok. Öznenin iyiyi kötüden ayırmak için gerekli donanımı yoksa, suçu da yok.
İyi ama adam, o şartlarda oy kullanıyor.
İki gündür The Crown’ın son sezonunu izliyorum. Prenses Diana’yı göreceğim diye birbirini ezen insanlar, onun evliliğinden sanki kendisi saraya gelin gitmiş gibi mutlu olanlar da Britanya’da oy kullanıyor. Mesele olmuyor. Dünyanın dört bir yanında, toplumların ana gövdesinin tuhaf inançları, adetleri, kavrayışları var. Mesele olmuyor.
Esasen mesele başka yerde.
Şu çomar lafını icat eden kimse, dilleri dert görmesin, klavyesi eskimesin. Yani canınız sıkılıyor, canınızı sıkana “çomar” diyorsunuz, şıp diye kendiniz ile onun arasına bir çizgi, aşılmaz bir çizgi çekmiş oluyorsunuz. Kendinizi bir iyi hissediyorsunuz ki, o kadar olur. Zerre kadar vasfınız yokmuş, okuduğunuzu anlamaktan acizmişsiniz, zaten okumaya da üşeniyormuşsunuz, ne gam! Siz yüceliverdiniz birden. Bu kadar bedava mutluluk mu olur? Oluyor işte. Memleketimde çağdaş/Batılı kesimler, uzun yıllardır, bu kadar kolayca “matah bir şey” oluyorlar. Sonra elli yıl sonrasını düşünen, mahalle mahalle örgütlenen adamlara tuş oluyorlar.
Ve…
Bütün suç çomarın.
***
Bu memlekette herhangi bir şey sebebiyle sıradan insanı suçlamanın herhangi bir zemini yok. Ahlaki değil filan da, esas mesele ahlaki olmamasında da değil. Sıradan insanı suçlayarak varılabilecek herhangi bir yer yok. Kat edilebilecek bir yol yok. Sıradan insanı “çomar” diye aşağılayarak bir anlık uyuşturucu dozunu alıverenler bilmiyor mu bunu? Bilmeyebilecek kadar sığ ve cahiller genellikle ama Pavlov’un köpekleri bile bu kadar yenilgiden/açlıktan sonra öğrenirdi. Dolayısıyla bilmeseler bile, muhtemelen seziyorlar.
E, yine de neden yapıp duruyorlar?
Başka bir şey bilmiyorlar. Bildiğin çomar her biri işte…