“Daş” ve Afyon

Birçoğumuz gibi dindar muhitlerde büyüdüm. Dolayısıyla mesela insan sevgisini “yaratılanı sev yaratandan ötürü” türü dini referanslarla öğrendim. “İnsanı sevmek için dini referanslar elzemdir” diyemeyiz elbette ama dini referanslarla da öğrenebiliriz.

Dini referanslar dediğimiz –dindar olalım olmayalım her birimizin hücrelerine kültür vasıtasıyla zerk olunmuş olan– şeylerin pek azı kitapta var. Ve aynı referans sisteminde, birbiriyle çelişen, birbirinin tam zıddını söyleyen çok şeye yer var. Aylaklığı mahkûm eden, emeği yücelten bir yığın unsur da bulabilirsiniz, içinizden tembellik yapmak geldiğinde gönlünüzü ferahlatacak bir yığın mazeret de… Aydınlanmacı akılları ırgalayan da, dini referansların bu hali. Bir şey iyiyse aksi kötüdür malum ve bir referans sistemi, ancak birbiri ile çelişmeyen unsurlardan mamulse makuldür.

Filan.

Hayat öyle değil. Hayatın öyle olmadığını da dini referanslarla öğrendim ben. Sonra evrim teorisinin yardımıyla yeniden öğrendim. Her şeyin geçici olduğunu, geçici olmanın, olabilmenin rahmet olduğunu ise evrim teorisi vasıtasıyla öğrendim. Çünkü dini referanslar, kültürün ladini unsurlarının aksine, geçici olanı değersizleştiriyordu. Benim içinde büyüdüğüm çevrede öyleydi yani. Kalcı olan, ebedi olan kıymetliydi. Öbür dünya yani…

Sonra, çok daha sonra, geçici olana –daha doğrusu şeylerin geçiciliğine, kategorik olarak geçiciliğe–olumlu bakmanın dini referansların içinden de mümkün olduğunu, birilerinin bu işin altyapısını da imal etmiş olduğunu öğrendim.

Elimizde ne var, toparlayalım. Değer yargılarımız vakum içinde zuhur etmiyor. Her birimizin referans sistemleri var. O referans sistemlerinin her biri muhtelif kaynaklardan beslenen hibrit sistemler. Referans sistemlerimizin kaynakları birbirinden bağımsız değil, her biri bir diğerine karışmış durumda. Ama öyle olmasaydı bile, en saf hallerinde bile, hayatta kalma hakkını elde etmiş olan her referans sistemi zaten birbiriyle çelişik görünen yığınla unsurun bir kompozisyonu. Gerçekliğin sert yanına denk geldiğinde esneyip istikamet değiştirebilmesi bu sayede mümkün.

***

Bütün bunları zaten toparlayıp yazmak istiyordum. Ama daha tam anlamıyla toparlayamadan, ham haliyle huzurunuza getirmeme yol açan Ümit Kıvanç oldu (http://platform24.org/p24blog/yazi/2273/ben-tarihe-tarih-demem–tarih-benim-olmayinca). Eğer Kıvanç’ın metnini okursanız ve yukarıda derme çatma bir biçimde dediklerimde bir mana bulabilmişseniz fark etmiş olmalısınız, kazara Kıvanç ile aynı masaya otursak aramızda hır çıkması için ekstra sebep lazım değil. Bir defa mesela, “daş”a malum kıymeti yüklememize yol açan referans sisteminin orijininden başlayıp dövüşebiliriz. Tarih, kalıcılık ve sair kavramların üzerinden de…

Ama onları başka zamana bırakalım. Bugünkü derdim başka.

“Daş”ın üzerine çıkıp nutuk atan kudretluların tuhaflıklarını da geçelim. Böyle tuhaflıkları ihtiva etmemek daha mı bereketli, emin değilim. Ama kudretluların önüne bir fatura koyacaksak ben de varım, o yüzden buralarda oyalanmayabiliriz.

Ama mesele ahalinin “daş” ile ilişkisine gelince… Başka.

Bir defa şu hususta anlaşalım. Başka yerde bu kadar çok “daş” yok. Bugün Berlin denen yerde mesela, ilk defa “daş” üstüne “daş” konduğunda, bu coğrafyada şehir üstüne konan şehir üstüne konan şehirler yerin altında kalmış idi. Öyle Alman, İngiliz aklıyla “daş” muhafaza etmeye kalksak, nefes alacak yer bulmakta müşkülat çekeriz. Hayatta kalamayız yani. “Daş”, isterse yirmi bin yıl önceden kalmış olsun, hayattan daha kıymetli değil.

Kime göre? Bana göre. Benim referans sistemime göre. Dini ve Darwinci referans kaynaklarıma göre. Aynı kaynaklardan “daş”ı hayattan daha kıymetli bulmanın bir yolu bulunabilir mi? Bana zor görünüyor. Ama imkânsız da diyemem. Benim –şimdilik– öyle bir yol bulmaya hevesim yok.

“Daş”ın üstüne çıkıp nutuk atalım diyor değilim. Efes’in bağrına masa bacağı saplamak? Bilemedim. Kim saplar, neden saplar, açıkçası güvenilir bir biçimde öğrenemedim. Bu yüzden karar vermek zorunda hissetmedim kendimi.

Neyse bunlar da tali mesele. Asıl mesele, ahalinin tarih korkusu, “bizden olmayan”la ilişkisi filan gibi zorlamalara gelince… Biraz dursak, bir nefes alsak diyorum. Türkiye ahalisinin dünyada olup biten her bir musibetin olağan şüphelisi haline getirilmesinin okumuş çocuklara sağladığı konforun hanidir farkındayım ve yıllarca bu konforun tezahürleriyle dövüşüp durdum. Daha önce de dedim, Ümit Kıvanç’ta boğulma hissi yaratan her şey, Ankara’dan dalga dalga memlekete yayılan koku, benim de midemi bulandırıyor. Bu topraklardan ümidimi kaybedeli çok oldu. Hatta belki Kıvanç’tan bile daha kötümserim.

Ama…

Bütün bu olup bitene Aydınlanmacı akıllarla, Platonik referanslarla karşı çıkmak… Kendime hiç yakıştırabileceğim şey değil. “Senden daha çok kimin üstünde sakil durur” diye sorsaydınız, herhalde Ümit Kıvanç’ı filan söylerdim. Şaşırdım yani.

***

Ahmet Nezihi Turan, başlarken demek istediklerimi, belki de daha anlaşılır biçimde söylemiş (http://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2017/07/02/afyondan-bildiriyorum/). Ama Afyon hakkında, yazının başlık altına çıkarılan “Bugüne kadar mültecilerin en rahat ettiği şehir olmuş, şimdi de Suriyeliler çok rahat.” cümlesini gördüğümde çok şaşırdım.

Elli yıldır Afyon’un içinden geçip duruyorum. Şimdilerde seyreldiyse de uzunca süre yılda en az yirmi defa geçtim. Bir an bile duraklama, biraz vakit geçirme hevesi duymadım. Afyon’u öyle bilirim yani, hiç davetkâr olmayan bir yer olarak. Afyon dışında yaşayan kâfi sayıda Afyonlu bilirim –kasabalı olarak. Türkiye’nin az çok bildiğimi zannettiğim toplulukları arasında en kasabalı olanlar Afyonlular.

Ama…

İçinden geçilmesinin frekansı ciddi ölçüde artan, son yirmi yıl içinde kademeli olarak bu “içinden geçilmesi hali”ne uyum sağlayan bu şehrin içinden geçerken, bir vakittir, “acaba Afyonlular nasıl değişmiştir” diye sorup duruyorum kendime. Eh, Turan’ın yazısından anladığım kadarıyla, HDP’nin içinde nefes alamayacağı bir yermiş. Yakışır. Mültecilerin en rahat ettiği yer midir sahiden? O da olabilir.

En başta dedim (Turan da başka kelimelerle demiş), “o varken bu nasıl oluyor” diye sormak, buradan olumlu/olumsuz yargılar üretmek… Ancak yargı üreten hakkında bir şeyler söyler. Afyon hakkında söylemez.

Afyon hakkında ne diyebiliriz peki?

“Afyonlu olmak nasıl bir şey” sorusuna verilen cevabın değişip durduğunu söyleyebiliriz. “Daş”tan HDP’ye, içinden gelip geçen yolculardan mültecilere kadar her şeye karşı tutumu durmaksızın değişip duran bir şey. Elbette böyle bir soruyla karşı karşıya kaldığında Afyonlunun aklına Afyon bıçağı ve öfke gelebilir. Benim –kendime biçtiğim rol icabı olarak– öyle bir lüksüm yok. Böyle konforlu kestirmeleri sevmediğimden de diyebilirim.

Afyonlu olmak değişip duruyor, maddi şartlara bağlı olarak. Maddi şartlar değişiyor ve her şey değişiyor. Her şeyin değişip duruyor olmasından korkanlar da İslam’dan kendilerine bir kalkan buluyor, değişime muhabbet besleyenler de uygun tramplenleri… Hepsi hep bir arada oluyor. Hepsi bir arada oldukça canlı ve sağlıklıyız demektir.

Ankara’da kerameti kendinden menkul Platoncular bir yandan “millet de millet” deyip dururken öte yandan kendi manasız kasabalılıklarını memleketin her yanına dayattıklarında…

Ölüyoruz.

Mesele bir yandan öyle deyip, bir yandan şöyle olmalarında değil. Mesele genetik kodun bir bileşenini diğerlerinin hepsinin yerine kopyalayabilecek kudrete sahip olmalarında.

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin