Devlet

Sezar’ın, “Roma’da ikinci adam olarak kalmaktansa, bir köyde lider olmayı tercih ederim” dediği rivayet edilir. Theodora’nın da, Nika isyanları sırasında sıvışmayı düşünen imparator eşi Justinian’ı, “kraliyet moru, en asil kefen rengidir” diyerek frenlediği…  Böyle insanlar var. Aralarından pek azı Sezar veya imparatoriçe olabiliyor. Diğerleri ya Sezar veya Theodora olmak için dövüşürken telef oluyor veya kaderlerine razı gelip tatmin olamadıkları bir hayat sürüyorlar.

Başka türlüleri var. Sezar’ın veya Theodora’nın hikâyelerini izlemişler, birilerini keyfi olarak arenalara doldurup öldürtmelerine şahit olmuşlar, onlardan korkmuşlar ve… Mütemadiyen korkarak yaşanmaz, korkularını saygıya terfi ettirmişler. Sezar’ın ve Theodora’nın yapıp ettiklerinde saygıdeğer bir şeyler icat etmiş, o yapıp edilenlere derin manalar yüklemişler. Asalet denen şeyi onlar icat etmişler. Morun kendilerine yasaklanmasına itiraz edememiş, ona, Theodora’nın müracaat edeceği manayı yakıştırmışlar. Kalabalıklar onlar.

Sezar’ın veya Thedora’nın —veya yaşamış ve yaşamakta olan benzerleri yüz binlerce kişinin— Roma’ya şöyle bir değer katmak, Bizanslıların hayatının kalitesini şöyle artırmak filan gibi dertleri yok. Hatta asalet filan gibi dertleri de yok. Hiç olmadı. Mehmed İstanbul’ fethetmek ümidiyle on binlerce kişiyi surların karşısına dizdiğinde, ya “devlet başa ya kuzgun leşe” idi. Süleyman memleketin dört bir yanından on binlerce kişiyi seferber edip Viyana önlerinde topladığında da İslam’ın hilalini filan düşünüyor değildi.

Süleyman’ı Viyana önlerine sürükleyen saray efradının derdi de İslam’ın hilali filan değildi. Bir de öyleleri var işte. Sezar’ın, Theodora’nın, Mehmed’in, Süleyman’ın etrafını çevreleyenler. Onların bazıları için Süleyman Viyana’yı düşürürse yeni imkânlar, yeni fırsatlar doğacak, yeni zenginlik kapıları açılacaktı. Bazılarının ise hayatı kararacaktı.

Onlar Roma’da ikinci adam olmaktan rahatsızlık duymayacak insanlar. Hatta üçüncü beşinci, on beşinci olmaktan da… Onlar altıncı olup beşinci ölsün de sıraları gelsin diye bekleyebilirler. Sekizinci olup yedincinin ayağını kaydırmak için türlü şeytanlıklar düşünebilirler. Onların muadilleri, Sezar ölsün de Sezar’ın yerine gelenin üçüncü, beşinci adamı kendisi olsun diye hesaplar yapar. Onların bazıları yerini, kendisi gibi olanları idare ederek Sezar’ı saray oyunlarına kurban olmaktan muhafaza etmesine borçlu olur, bazıları barbar ordularının kuzey sınırından hücumunu durdurup düzeni muhafaza etmesine, bazıları Sezar’ı sarayda eğlendirmesine…

Bazıları ise… Süleyman’ın bütün bu işleri İslam’ın hilali için yaptığı hikâyesini —veya benzerlerini— layıkıyla üretebilmesi sayesinde itibar kazanır. Bu arada tekrar pahasına hatırlatayım, Süleyman’ın ordusuna katılıp Viyana önlerine kadar at sürenlerin pek azı İslam’ın hilali için göze alır o yaptığını. Onların esas derdi, Viyana düşerse paylarına düşeceğini hayal ettikleri şeylerdir.

Stalin’in işgal ettiği ideolojik pozisyonu Trotsky daha önce işgal etseydi, Stalin Trotsky’nin pozisyonuna yerleşirdi. Esas mesele ideolojik pozisyonlar değildi, Moskova’da ikinci adam olmak, birinci adam öldüğünde onun koltuğuna konmaktı. Vahşi bir hayat, itiraf edersiniz ki… Bazıları o vahşi hayata göre dizayn edilmişler.

Herkes meşrebine göre davranır yani. Fıtratına göre… Pek azı muvaffak olur, pek çoğu telef olur.

Her toplum, lüzumundan birkaç misli fazla Sezar, Theodora, Mehmed, Süleyman, Lenin, Stalin, Trotsky üretir. Kalanların işi, işbu zevatın masraflarını karşılamak, yapıp ettiklerine mana yakıştırmak ve onların arasındaki müsabakalarda taraf olmaktır.

Sarayda “sen mi önde olacaksın ben mi” veya “senin dediğin mi yapılacak benim dediğim mi” kavgaları olmasında, yani, tuhaf bir şey yok. Tuhaflık, saraydaki o dövüşlerin ahalinin menfaati için sürdürüldüğü, hilalin zaferi için yapıldığı, bayrak yüksekte kalsın diye gerçekleştirildiği zannına sahip olmakta. Öyle bir şey yok. Hiç olmadığı gibi bugün de yok. Olmasını bekleyen de çok bekler.

Binlerce yıldır olduğu gibi bugün de, hatta White House’da, Downing Street 10’da, Elysee Sarayında işler böyle yürüyor. Ama bir süredir —insanlık tarihi için kısa sayılabilecek bir süredir— ufak bir fark var. “Sarayda biz kendi aramızda bir lig düzenledik, hadi bakalım pamuk eller cebe” diye kendilerine hükmedilenler, tarihte hiç olmadığı kadar güç kazandılar. Eskiden sadece seyirci idiler ve seyretmek isteseler de istemeseler de, ligin bütün masraflarını üstlenmekten gayrı bir şansları yoktu. Hangi maçı kimin kazanacağı, ligi kimin önde bitireceği hususunda zerre kadar etkileri yoktu.

Şimdi?

Şimdinin Sezarları hâlâ Sezarlar. Ama o koltuğa oturabilmeleri için Brütüsleri idare etmekten fazlasına ihtiyaçları var. Brütüsleri yine idare etmeleri gerekiyor ama Brütüsleri idare edebilme becerisi kâfi değil. İlave olarak, Sezar’ın yanındaki koltuklarını elde edebilmeleri ve koruyabilmeleri için de Brütüslerin Sezar’ın muhabbetinden fazlasına ihtiyaçları var, Sezar’ın gönlünü hoş tutmak yetmiyor.

***

İnsanların büyük çoğunluğu vatanında mutlu olur. Hayatını “biraz orada, biraz burada” yaşayarak zenginleştirme heves ve cesaretine sahip olanlar hep küçük bir azınlık olarak kaldı, şimdi de öyleymiş gibi görünüyor. Herkes belirli bir kültürün içinde büyüyor ve hangi durumda ne giyeceği, nasıl davranacağı, kime, nasıl hitap edeceği ve saire gibi bir yığın karar problemi için enerji sarf etmekten kurtulmuş oluyor yetişkin yaşa geldiğinde. Damak zevki yerleşmiş oluyor. Ve saire… Hepsinden mühimi, bir lisanı, bir lisanın hakkından gelebileceği ölçüde hazmetmiş oluyor.

Vatan hemen herkes için bir kıymet taşıyor yani. Anadolu’nun bir köyünden kalkıp Almanya’ya çalışmaya gitmiş adam, tatil için geldiğinde Kapıkule’de “ah vatan” derken kimseyi aldatmaya filan kalkmıyor. İki yüzlülük yapmıyor. Esasen Trabzon’dan kalkıp İstanbul’a gelmiş olan için bile geçerli aynı şeyler. İnsan hem Almanya’da çalışmayı, hem de vatanını özlemeyi seçmiş olabilir. Vatanına dair her şey gözüne pek hoş da görünebilir Almanya’da yaşadığı halde…

İnsanların vatanseverliği, demek ki, sarayda oturup kendi ararlında itişip kakışanlar için önemli bir kıymet olabilir. Yangın uçakları için ayrılması gereken parayı kendi aralarında üleşmişlerse ve sonra da yangınlarda çaresiz kalmışlarsa mesela, “hop n’oluyoruz” diyenin karşısına vatanseverliği çıkarabiliyorlarsa, zerre tereddüt etmezler. Etmelerini bekleyen, çok bekler. Dünya öyle işlemiyor.

***

Ve para…

Sezar için para, Roma’da birinci adam olmak ve olmayı sürdürebilmek için mana taşıyordu. Parası çok olsun diye Sezar olmaya kalkmadı, Sezar olmak için işe yaradığı ölçüde paranın manası vardı. Viyana surlarının önünde hayatını kumara yatıranların ise derdi paraydı.

İnsanoğlu çeşit çeşit yani. Her birinin başka derdi var, durur kendi içinde.

Etiketler:,

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin