Ebrar

Bir önceki yazımın ardından Ekşi Sözlük’te jsm “nick”li bir yazar, benim için şöyle yazmış:
“seçim süreci ve sonrasındaki yayınlarında, konudan bağımsız olarak, iktidar partisinin türk siyasine kazandırdığı retorikten oldukça faydalanmaya başlamış olan yazar ve düşünür.
“yayınlarında sürekli bağırıyor, sinirleniyor ve duygusallaşıyor. bu toplumu oluşturan bir birey olarak duygusallığı kenara bırakıp ülke siyaseti ve toplumu hakkında rasyonel bir şey söylemenin zorluğunun farkındayım, ancak kendisini uzun bir süredir okuyan ve dinleyen biri olarak, bu ülkenin bağıran başka bir erkeğe daha ihtiyacı olup olmadığını sorgulamasını rica ediyorum.
“bu zehirli retorik maalesef düşüncelerini de etkilemeye başladı. geçtiğimiz hafta kendisi gibi yıllardır ilgiyle takip ettiğim freddie deboer’in yazdığı bir yazıyla ilgili bir şeyler karalamış. eleştirel yazı bağlamından, deboer’in kişiliğinden ve ne demek istediğinden o kadar uzak ki, yüzüm kızararak okudum.
“kendisi bu yazımı okusa, “sen kimsin benim adıma yüzün kızarıyor ulen” derdi eminim. haklıdır da. ancak fikirlerini önemsemeyen biri olsam, zamanımı harcayıp bunları düşünmez, yazmazdım. umarım bu yazımı haddini aşan isimsiz bir ahmağın zırvaları olarak değil de, kendisiyle tanışmamış bir dostun uyarıları olarak görür. görürse tabii.”
Uyarıyı aldım, bağırıp çağıran bir erkeğe “daha” ihtiyaç olmadığını teslim ediyorum, teşekkür ederim… de… Bir düzeltme yapayım. Okudum ve herhangi bir anında “sen kimsin” demek aklıma gelmedi. Bu kalıbı, evet, sıklıkla kullanıyorum, ama güçlü olanlar, gücünü oturduğu koltuktan, adının önündeki unvandan alanlar için kullanıyorum. Belki, o güçlü olanların gölgesine sığınıp sağa sola havlayanlar için de kullanabilirim. Ama o kadar…
Ben deBoer’i takip etmiyorum. Kişiliğini filan bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Sadece söz ettiğim yazısını —onun da tercümesini— okudum. Geçen yazıda yazdıklarımın arkasındayım. deBoer esasen bambaşka bir “kişilik” olabilir ve ilgili yazısı daha önceki yazılarının bağlamına oturtulursa başka türlü değerlendirilebilir. Bilemem. Mesele şu ki, ilgili yazısında, dünya genelinde yaşamakta olduğumuz —bence son derece aşikâr olan— bir savaşı —iyimser bir okumayla— görmezden geliyor. Eğer nasıl bir savaşın ortasında olduğumuzun farkındaysa daha acıklı, o zaman da haksız ve kaybedecek olan tarafta duruyor.
YouTube’da Tarih Obası adlı bir kanal var. Ceren Sungur, birçok kişide tiryakilik yapabilecek bir tarzla, tarihe dair paylaşımlar yapıyor. Ara sıra eğlenerek izliyorum. Bir paylaşımından yaptığı “short”ların altına gelen yorumlarla üç saat boyunca dövüşmüş. Bana pek akıllıca bir işmiş gibi görünmedi ama elbette kendisi bilir… de…
Osmanlı şehzadeleri hakkındaki tespitlerin altına gelen yorumlardan biri, bence, içinde yaşadığımız dünyayı pek güzel açıklıyor. Biri şöyle demiş: “Ortaya yazayım isteyen üzerine alsın ne zaman bu agresifliğiniz geçecek seçim geçeli bir hayli oldu sağlıklı yas süresi bitti be relax.”
“Ne alaka” mı dediniz içinizden? Eğer öyle dediyseniz, evet, Freddie deBoer veya Ceren Sungur gibisiniz. Yani, bence, ya mevzuun hiç farkında değilsiniz veya… Eğer farkındaysanız, olsa olsa gece yastığa başınızı koyduğunuzda “ama ben haklıyım, haklı olduğum aşikâr değil mi” diyerek içinizi rahatlatmak uğruna size ve insanlığa hiçbir şey kazandırmayacak bir pozisyonu korumaya çalışıyorsunuz.
Buradan Ebrar Karakurt’a (bundan sonra onun ve sizin affınıza sığınarak kendisinden sadece Ebrar diye söz edeceğim) gelebiliriz.
İddiam o ki, mesele Ebrar’ın kadınlığı, lezbiyenliği, başarısı filan değil. Mesele Ebrar’ın belirli bir sosyal kesim tarafından “sahiplenilmiş” olması. Mülkiyetinin anonim olmaktan çıkmış olması. Nasıl oldu bu iş? Voleybol kadın takımının yıldızı yükselirken, belirli bir kesim, bu süreçte kendi “ideolojilerinin” (daha doğrusu ideoloji zannettikleri, ideoloji yerine ikame ettikleri şeyin) teyidini gördü. Liyakat, çalışma, “Atamızın” Türk kadınına (bu “Türk kadını” meselesi mühim, o da başka bir yerden patladı zaten, ona da geliriz) sağladığı imkânlar, filan… Başarı bunlar ve benzeri faktörlerin eseriydi. İma oydu ki, eğer bahse konu olan sosyal kesimler iktidarda olsalar, her alanda benzer başarılar gelecekti. (Daha önce onlarca yıl boyunca iktidardaydılar ve gelmemişti, oraya hiç girilmedi.) Dolayısıyla yaşadığımız iktisadi, sosyal, siyasi, ekolojik bütün sıkıntıların müsebbibi… Evet, bildiniz, mevcut iktidar ve ona destek veren kesimlerdi.
Derdimi ifade edebilmek için meseleyi şöyle koyayım ortaya: Eğer kadın voleybol milli takımının başarısı, “bu bizim başarımız size ne oluyor” diye sunulmasaydı sosyal medyada, “bu hepimizin başarısı” diye algılansaydı, Ebrar’ın smaçları “memleketin yobazlarına” değil de —gerçekte olduğu gibi— Polonyalı, İtalyan rakiplerine olsaydı… Ebrar’a yönelik linç kampanyası belki yine olacaktı ama birkaç yüz kişiyle sınırlı kalacaktı ve kendilerine muhafazakâr denen yığınlar onların sesini boğabileceklerdi. Şimdi, Ebrar smaçla sayı aldığında tribünde onun adını haykırarak tezahürat yapan tesettürlü kadın, Melih Gökçek müptezeli karşısında müdafaasız.
Tekrarlayayım, mesele Ebrar’ın kadınlığı, lezbiyenliği, başarısı filan değil.
Mesele kadınlık değil. Evet, bütün dünyada kadının statüsündeki olağanüstü hızlı değişim —“gelişme” diyelim daha yakışıklı olsun— yerine yenisini henüz koyamadığımız eski düzenin bütün cıvatalarını gıcırtadıyor. Ama bu konuda Türkiye’nin dünyanın pek çok yerine kıyasla daha başarılı bir imtihan verdiğini düşünüyorum. “Sadece” Türkiye’deki kadın cinayetlerinin sayısına bakınca görünmeyen “evrensel” bir gerilim var. Türkiye’de kadının siyasette temsili zayıf ama iş dünyasına, akademiye, kültür dünyasına, yani diğer üstyapılara bakınca tablo bambaşka görünüyor.
Mesele eşcinsellik değil. Evet, eşcinsellik konusu da bütün dünyada artan bir gerilim kaynağı. Esasen bütün toplumlarda üstü özenle örtülmüş bir gerilim kaynağı idi zaten ve bazı toplumlarda hâlâ “yasaklarla” düzenleniyor olan bir alandan söz ediyoruz. Ama bildiğim kadarıyla Putin’in Rusya’da düzenlenen bir spor —yoksa müzik miydi— organizasyonu öncesindeki çıkışına kadar nevzuhur “popülist” liderler tarafından pek de kaşınmamıştı. Türkiye’nin gündemine de Boğaziçi direnişine kadar girmiş değildi. Son seçim öncesine kadar da böyle bir gündemimiz yoktu.
Ve mesele başarı da değil. Evet, Türkiye’de her başarılı insanın ödemesi gereken bir bedel vardır ve Ebrar’ın payına da bir şeyler düşmüştür. Ama belirli bir çıta aşıldığında —mesela Terim’in UEFA’yı almasında, Arda Turan’ın Atletico’da destan yazmasında olduğu gibi— Türkiye başarıya saygı duyma mecburiyeti de hisseder.
Ebrar, Avrupa’nın zirvesine çıkarak Türkiye tarihinde benzeri görülmemiş bir performansı yaşatan “takımın”, çok önemli, olmazsa olmaz bir bileşeni. Ve biz ülke olarak, yüz yıllık Cumhuriyetin daha önce hiçbir alanda benzerini başaramadığı bir işi başarmış olanları, “toplumun tamamının” malı yapamadık. Bunu yapamamış olmamız, hiç şüphesiz, en başta mevcut siyasi iktidarın ayıbıdır. İyi olan her şeyi kendilerinden, kötü olanı da rakiplerinden bilen, öyle bilinsin isteyen, iktidarını da bu “bölme işlemi” sayesinden sürdüren, son derece vasıfsız ve basiretsiz bir heyetin, bir “şahsımın” elindeyiz. Ancak bu misalde ayıplı olan sadece —ve hatta en çok— Erdoğan ve yandaşları değil. Çok zor elde edilmiş bir fırsatı, sevinçte ve tasada ortak bir toplum olma fırsatını, en çok, kendisini muhalif olarak konumlandıran, Freddie deBoer veya Ceren Sungur gibi yaparak mevcut bölünmüşlüğü görmeyen veya görmezden gelen kesimler yüzünden kaçırdık.
Mühendis yanımla net bir biçimde söyleyeyim: Erdoğan Türkiye’yi “bölerek” kazanıyor —aksi halde, içinde bizim yetiştiğimiz politik kültüre göre, iktidarda olanın Avrupa şampiyonluğunu “birleştirmek” için kullanması gerekirdi. Onun tarif ettiği alanda oynadığınız, onun tarif ettiği bölünmüşlüğü veri olarak kabul ettiğiniz sürece, onlarca Olimpiyat şampiyonluğu kazansanız da nafile. Freddie deBoer’in yaptığı, bence mevcut bölünmüşlüğü veri olarak kabul etmek. “Ama burası bizim alanımız ve şimdiden çok kalabalık” dediğinde, “siz gelmeseniz” dediği, en azından “bize oraya gitmememiz gerektiğini söylüyor” diye algılayacak kesimler belli. Kendisi, rakamları önümüze koyup kendi haklılığını haykırabilir —ki bence haksız, ifade etmeye çalışmıştım, dinamik süreçler statik, anlık istatistiklerle yorumlanamaz. Ceren Sungur “ne alaka” diyerek kendi haklılığını öne sürebilir. Ama alaka şu ki, orada, karşıda, Freddie deBoerleri, Ceren Sungurları, sizi, beni, Avrupa şampiyonluğunu mülkiyetine geçirmeye pek hevesli olanları gözüne kestirmiş, tetikte bekleyen bir “sosyoloji” var.
“Bu şampiyonluk bizim, sizin bunda hakkınız yok” dediğinizde, “hayır bizim de hissemiz var” demek yerine, “peki öyleyse, o şampiyonluğu sizin kursağınızda bırakırız” demeyi tercih edenlerin neden böyle bir tercihte bulunduğu, bence doğurgan bir soru. Yeterince güçlü olan, kendisini güçlü hisseden bir özne, “sen kim oluyorsun da bu şampiyonluğun üzerine oturuyorsun” derdi. Demedi. Çıkarımı size bırakıyorum.
Doğru çıkarımı yapmak için bir ipucu da Türkan Elçi’nin başına gelenlerden gelsin. Şampiyon kadınlarımızın başarısını Vargas’ın hoş bir fotoğrafı ve bir şiirden alıntıyla kutlayan Elçi’ye Kürtçü cepheden gelen saldırı, ülkemizdeki pek çok Kürdün Türkiye kadın voleybol takımını “kendi takımları” olarak görmediğini gösteriyor. Anladığım kadarıyla benzer bir taarruza Sevilay Çelenk de maruz kalmış. Kürtlere, Kürtçülere, Kürtçülüğe (aralarındaki ayrımlara hiçbir hassasiyet göstermeden) fütursuzca sövebilir, içinizi rahatlatabilirsiniz. Ama mesele orada, öyle duruyor. Memlekette, Türkiye kadın voleybol takımının zaferinden kendisine bir hisse düşmediğini “hisseden” ciddi bir nüfus var. Yukarıda dile getirdiklerim evrensel bir tsunaminin Türkiye kıyılarına vuran kısmıydı. Elçi ve Çelenk’in başlarına gelenler ise, o tsunamiden bağımsız olarak, kendi yarattığımız bir yıkıcı dalga.
Yine de siz, başınızı yastığa koyduğunuzda “soylu” bir uykuya dalabilmek uğruna, sanki her şey altmışlardaki, yetmişlerdeki gibiymiş gibi yapmayı, bütün “değerleri” kendi mülkiyetinize geçirmeye çalışmayı sürdürebilirsiniz. Ama —diğer her şey bir yana— Ebrar’a yazık. Gencecik bir kadın o. Kendi dertleri kendisine yetiyor gibi de görünüyor.