“Isomorphic Mimicry”

Akşam’da yazarken, “Türkiye’de Makbul Adam Olmanın İlk Dersi” gibi tuhaf bir başlıkla bir yazı yazmıştım (18 Eylül 2009). İlk yarısı şöyleydi:

“Lise son sınıfta doğru dürüst iki dersimiz vardı. İkisinden de çakacağım az çok belli olmuştu. Ders çalışmaya karar verdim. Bir akşam yurda herkesten önce girip, daha önce ders çalıştıklarına şahit olduğum arkadaşların yaptıklarını taklit ettim. Masanın üzerine kitapları, defterleri açtım. Kalemimi silgimi ihtimamla hazırladım. Ne var ki, hayatımda daha önce hiç ders çalışmamıştım, bundan sonra ne yapacağımı bilemedim. Hayatımın projesi akim kaldı.

“Ders çalışmayı bilmesem de kafam çalışıyordu, “ne biçim soru bu, sprey de kullanmayın ayrıca” deme lüksüm olmadığını biliyordum. İyi ki hayatta her şey böyle değil.

***

“Mesela Ali birader küçükken otomobil kullanmaya pek hevesliydi. Eline çember şeklinde bir şey geçirdiğinde hemen bir minder bulur oturur, annemin örgü şişlerinden birini de mindere vites niyetine saplar, motor sesini ağzıyla taklit ederek, çemberi çevirir dururdu. Kendi yaptığı şey ile sahiden otomobil kullanmak arasında bir fark olduğunun elbette farkında değildi. Kazara bir otomobili kullanan birinin kucağında direksiyonu eline geçirebilse, mutlaka ya bir yere çarpacak veya birini ezecekti. Kendi cehaletinden bihaber olduğundan, muhtemelen diyecekti ki “Bidon kafalı! Göbeğini kaşıyacağına önüne baksana!”

“Ali’yi tenzih ederim, otomobil kullanmanın o taklit ettiği görüntüden ibaret olmadığını öğrenmesi için birkaç yaş alması yetti. Herkese o kadarı yetmeyebiliyor.

***

O yazıda anlatmaya çalıştığım ruh hali için 2010 yılında, Pritchet, Woolcock ve Andrews bir kavram icat etmişler, yeni öğrendim: Isomorphic mimicry. (Nasıl çevirirsem çevireyim, bence kâfi olmuyor. İlgili metin için http://www.cgdev.org/sites/default/files/1424651_file_Pritchett_Capability_FINAL.pdf).

Türkiye’de okullarda her bir şeyin düzgün gitmesinin ne kadar mümkün ve kolay olduğu, bunun basit bir takım kuralları olduğu, o kuralları takip edenin ekstra bir zihinsel performans göstermeden ve yanılma riskini göze alıp denemeden her şeyi yoluna koyabileceği, okulların o kuralları öğretmek için mevcut olduğu, okulda da ekstra bir zihinsel performans sergilemeden —icap ettiği kadar çalışarak— o kuralların öğrenilebileceği gibi bir dünya dokusu öğretiliyor. Elbette bunun öğretildiği, insanlara yedirildiği özel bir ders yok. Okulun yapısı bunu öğretiyor.

Neticede eline bir diploma geçiren herkes, mesela bir konfeksiyon işletmesi yönetecekse de, bir konfeksiyon mağazası kuracaksa da, bir belediye başkanı olacaksa da, belediye başkanı olmak için bir seçim kampanyası yürütecekse de, ne lazım geldiğini biliyor. Bildiğini zannediyor. Kazanmış olanlara bakıp, onlarınkini andıran —şöyle kutucuklardan mamul— bir organizasyon şeması çizdi miydi, sonra da o kutucukları uygun insanlarla —yani kendisine biat edecek olanlarla— adamladı mıydı, tamam.

E, öyle yapılıyor ama tamam olmuyor.

Yani Hollanda futbol bürokrasisini taklit edip, sonra da başarılı bir Hollandalı teknik direktörü uygun yere koyduğunuzda, Türkiye’nin futbolu Hollanda’nın futboluna benzeyivermiyor.

Dert değil.

Önce “Türk’ün dilinden Türk anlar” filan gibi bir aforizmayla Hollandalı adamı —kuyruğuna teneke bağlayıp— evine yollarız. Sonra onun pozisyonuna Türkçe bildiğini düşündüğümüz birini getiririz. Eğer yapabiliyor olsaydık, milli takıma Hollandalı futbolcular getirmeyi de düşünebilirdik. Ama şimdilik böyle bir çözümden utanıyoruz, Hollanda’da yetişmiş Türkçe konuşan futbolcularla sınırlıyoruz kendimizi. (Yani hâlâ utanmazlığın sınırları var galiba.)

E, yine olmuyor.

O vakit, yeniden yapılanma lafları başlıyor. Yeniden yapılanma dediğiniz şey, genellikle, organizasyon şemasındaki yetkileri merkezileştiren ve şemanın en tepesindeki adamın alanını genişleten yeni bir şema çizmekten ibaret oluyor memlekette. CHP de böyle yeniden yapılanıyor, Boyner Holding de, Galatasaray da, Hürriyet gazetesi de, Milli Eğitim de…

Sonra?

Sonrası kolay. İşler yine yoluna girmiyor elbette ama “biz ne lazımsa yaptık, ahalide iş yok” demenin önünde bir mani yok. Ahali de zaten bu formülü en başta keşfetmiş ve içine sindirmiş olduğundan, bir maraza çıkmayacağı garanti.

Milli takım önüne gelene yeniliyorsa, seyirci milli takımı protesto ediyor da ondan. Başka herkes üstüne düşeni yaptı yani. Erdoğan Demirören’i getirdi. O Terim’i. Terim zaten malum, her bir şeyi her bir vakit hep dosdoğru yapar. Bir de seyirci top bizim çocukların ayaklarındayken ıslıklamasa… Göreceksiniz siz milli takımı.

***

Yukarıda bağlantısını verdiğim metne kalırsa, isomorphic mimicry bizimle sınırlı bir tutum değil. Dünyanın dört bir yanında alelacele mesafe kat etmek isteyen her türlü toplum aynı haltı yiyor. Ve bizde olduğu gibi oralarda da işler yoluna girmiyor. Acaba “hep ahalinin yüzünden” tutumu da aynı derecede yaygın mı, bilmiyorum. Eğer işlerin yolunda gitmemesini açıklamak için başkaları sıkıntı çekiyorsa, bizim her daim iş gören bir formülümüz var, bildireyim istedim.

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et