Kuralları Değiştirmek, İnsanları Değiştirmek
Yine futboldan bir misal vereceğim, ama derdim futbol değil.
Türkiye’de maç başına atılan gol oranı yıllar boyunca istikrarlı bir biçimde düşmüş, neticede 1986-87 sezonunda ligde yapılan her üç maçtan ikisi ya 0-0 veya 1-0 bitmişti. Futbolda, bilenler bilir, maharet isteyen şey gol atmaktır. Dolayısıyla düşük gol ortalaması düşük maharet seviyesi manasına gelir.
Neden Türkiye’de maharet yetersizdi? Bizde futbolcu yetişmiyordu. Hakemler zaten birer felaketti, risk alamadıkları için, pozisyonları daha olgunlaşma safhasındayken kesiyordu. Teknik direktörler vasıfsız ve korkaktı. Sahalarımız çamur deryasıydı, çünkü sahaların bakımını yapacak vasıflı insan gücümüz yoktu. Ve saire.
Kısacası, futbol üzerine yazıp çizenler, gol atma beceriksizliğini açıklamakta hiç zorluk çekmediler. Yıllardır her alandaki her problemi açıklamak için şehvetle istihdam edilen anahtar değişken, futbola dair her bir kifayetsizliği de açıklayabiliyordu: Bizde adam yoktu vesselam. Millette iş yoktu. Bu millet adam olmazdı.
1987-88 sezonunda bir tek kural değiştirildi. Galip gelen takıma ek bir puan daha verilmeye başladı. O sezon, bir önceki sezonda görev yapmış teknik direktörlerin yetiştirdiği ve sahaya sürdüğü aynı futbolcular, aynı hakemlerin yönettiği maçlarda, aynı çamur deryası sahalarda, bir önceki sezona kıyasla % 20 daha çok gol attılar. Düzenli bir biçimde olmasa da, gol ortalaması 1987-89 sezonundan itibaren, yıllar boyunca kararlı bir biçimde yükselmeyi de sürdürdü.
Birisi hakkında karar vereceğim zaman müracaat ettiğim turnusol kâğıdı şudur: Herhangi bir problemin çözümü için insanları mı değiştirmeyi mi teklif ediyor, kuralları mı? Futbolun maharet seviyesinin yükselmesi için futbolcuları, teknik direktörleri, hakemleri filan mı değiştirmeye heves ediyor, yoksa mesela puanlama sistemini mi?
6-7 Eylül olayları çevresinde yürütülen tartışmalarda bir defa daha gördüğümüz gibi, bu memleketin yetiştirdiği insanlar bu memleketin insanlarına sövmekte hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Halbuki 6-7 Eylül hadiseleri ve benzerleri bize milletin vasıfları hakkında bir şey söylemez. Eğer söylerse Devletin vasıfları hakkında bir şeyler söyler. Bu millet, 1915, 6-7 Eylül ve benzeri şartları bir fırsat olarak değerlendirip, serinkanlılıkla ve yaygın olarak Devletin cürümlerine iştirak etseydi, diyebilirdik ki tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Ama öyle olmadı.
Tencere kapak konusunda sadece bir misal vereyim: 1945 yılının bahar aylarında Japonlar şerefli bir mütarekeye razı gelmişlerdi. Ancak teslim olma arzularını Truman’a iletemiyorlardı. Devlet, büyük fedakârlıklarla imal edilen atom bombalarını Japonya’da test etmeye karar vermişti, bombalar atılmadan önce Japonlarla masaya oturmaya gönlü yoktu. O tarihlerde ABD’de yapılan kamuoyu yoklamaları, bütün Japonlar yok edilmeden önce masaya oturulmaması konusunda muazzam bir görüş birliğini sergiliyordu. Evet, yanlış okumadınız, bütün Japonlar…
Devletin cürümlerine gelince… Şunu gönül rahatlığıyla iddia edebiliriz ki, hiçbir Devlet temiz değildir. Türkiye’de mesele Devletin pasaklılığı değil. Türkiye’de mesele, Devletin kendi insanlarını değiştirmeden, kalıba sokmadan, biçim vermeden rahata ermeyecek gibi görünüyor olmasında. Her bir kifayetsizliğin faturasını kendi vatandaşının intizamsızlığına çıkaran bir Devletimiz var. Ve bu, en azından Tanzimat’tan beri böyle. Ama unutmamakta fayda var: Tanzimat sadece vatandaşın tanzim edilmesini hedefleyen bir ruh durumunun eseri değildi. Ajandanın bir yerlerinde de Devleti tanzim etme niyeti vardı. Devleti tanzim etme işini ikmal etmiş olduğumuzdan ajandamızdan çıkarmış değiliz.
Devleti tanzim edelim, millet üstüne düşeni yapacaktır, kimsenin şüphesi olmasın.
Cemalettin N. TAŞCI