Uçurumun Kıyısında

İzzet bir makale paylaşmış, hakkında yazayım dedim, baktım olmayacak tercüme etmeye karar verdim. Tercüme işlerinden pek anlamadığımdan, İngilizce bilenlere —yukarıdaki bağlantıya tıklayarak— orijinalini okumalarını tavsiye ederim.
1968’in Aralık ayında ekolojist ve biyolog Garrett Hardin, Science dergisinde, “Müştereğin Trajedisi” adıyla bir metin yayınladı. Çıkarımı son derece sade ve insafsızdı: insanlar kendi hallerine bırakıldıklarında, kaynaklar için rekabet ederken kaynakların tükenmesine sebep olurlar. “Herkes kendi bireysel hedefine ulaşmak için mücadele ederken, kaçınılmaz olarak hepimiz için gerekli olan her şeyi imha ederiz” demişti. “İştirak edenin özgürlüğü, müşterek olanın imhasıyla neticelenir.” Hardin’in iddiası sağduyuya uygun görünüyor ve her türden felaketin —trafik tıkanıklığı, umumi tuvaletlerdeki hijyen yokluğu, türlerin yok olması—sadece bir tek sebeple açıklanabileceğini ima ediyordu. Metin yaygın bir biçimde okundu ve onaylandı, bütün zamanların en çok atıf yapılan bilimsel makalelerinden biri oldu.
Buna mukabil, hatta “Müştereğin Trajedisi” yayınlanmadan önce, genç siyaset bilimci Elinor Ostrom, Hardin’in yanıldığını ispatlamıştı. Hardin müştereğin trajedisinden ancak bütünüyle özelleştirme veya total merkezi kontrol vasıtasıyla sakınılabileceğini iddia ederken, Ostrom, yetiştiği Los Angeles bölgesindeki kıt yeraltı sularının paylaşımını sağlayan bir sistemin, kullanıcılar tarafından geliştirilmesine şahitlik etmişti. İzleyen on yıllar boyunca, Indiana Bloomington Üniversitesi profesörü olarak, İsviçre’deki hayvancıların, Japonya’daki ormancıların ve Filipinler’deki çiftçilerin işbirliği mekanizmalarını araştırdı. Sözü edilen topluluklar, otlaklar, ağaçlar ve su gibi kaynakları yönetmenin yollarını bulmuşlar, bir yandan geçimlerini sağlarken öte yandan da kaynakların sürekliliğini koruyabilmişlerdi. Birileri yüzlerce yıl boyunca müştereğin trajedisinden maharetle sakınmayı başarmışlardı, Ostrom sadece onlara yakından bakmayı göze alan, buldukları çözümlerin nasıl ve neden çalıştığını analiz eden bilim insanlarının ilklerinden biriydi.
Ostrom ve arkadaşlarının bulgularına göre başarılı sistemlerin özellikleri arasında belirgin sınırlar (kaynakları yöneten topluluğun iyi tanımlanmış olması), paylaşılan kaynağın düzenli olarak izlenmesi, katılımcılar açısından mantıklı bir maliyet/fayda dengesinin mevcudiyeti, çelişkilerin çözüme kavuşturulması konusunda öngörülebilir bir süreç, kurallara uymayanlara yönelik uygun bir cezalandırma süreci ve ilgili topluluk ile diğer otoriteler —hane halkı liderlerinden uluslararası kuruluşlara kadar— arasında iyi ilişkiler yer alıyor.
Mesele insanlar ve onların hırsları olduğunda, Hardin’e göre, süreçlerin varacağı yer belliydi —kader belirlenmişti. Ostrom çok sayıda olabilirlik olduğunu ve hiçbir şeyin garanti edilemeyeceğini gösterdi. 1997’de siyaset bilimcilerin bir toplantısında “kaçamayacağımız bir kafeste olmadığımız gibi ahlaki sorumluluklardan da azade değiliz” demişti.
Hardin’in bir trajedi olarak sunduğu ise, esasında, daha çok bir komedi gibi görünüyordu. Süreçlerin insan katılımcıları aptalca davranıyor veya yanılgı içinde olsalar da nadiren şeytani idiler ve bazı tercihleri büyük yıkımlara yol açsa da başka tercihleri daha mutlu çıktılara sebep olabiliyordu. Hikâye Hardin’in düşündüğünden çok daha az tahmin edilebilirdi ve hikâyenin gelişimi boyunca alınan virajlar bizi rahatsız edici yerlere götürebiliyor olsa da o sürprizli virajların ardında Hardin’in hiç farkında olmadığı imkânlar/fırsatlar da saklı olabiliyordu.
Bilim insanlarının ve kamuoyunun Hardin’in iç karartıcı spekülasyonları yerine Ostrom’un kapasitemiz hakkında ışıltılı bulgularını iştiyakla sahiplendiğini düşünebilirsiniz. Ancak modern koruma hareketi hakkındaki Beloved Beasts (2021) adlı kitabımı yazarken, Ostrom’un yorumlarının inatçı bir dirençle karşılandığını gördüm. Kariyerinin ilk yıllarında meslektaşları onu sistemler arasındaki farklılıklara aşırı yoğunlaşmış olmak ve birleştirici bir teori üretmeye yeterince zaman ayırmamakla eleştirmişler. “Çalışmalarınız hakkında ‘çok kompleks’ deniyorsa, suçlandığınızı anlamanız gerekiyordu” demişti o dönem hakkında.
Ostrom kompleksliğin ekoloji alanında olduğu kadar sosyal bilimlerde de önemli olduğunu ve biyolojik çeşitlilik gibi kurumsal çeşitliliğin de korunması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. “Bana hâlâ ‘bir şeyi nasıl yapmalı’ diye soruluyor, farklı çevrelerde iş görecek şeyler yapmanın birçok farklı yolu var” demişti 2010’da Nepal’deki bir toplantıda. “Kompleksliği anlamamız gerektiği, onu reddetmek yerine ondan faydalanmamız gerektiği noktasına geldik.”
Çalışmaları 2009’da, 76 yaşındayken yaygın bir saygınlık kazanmıştı ve Ekonomi Nobeli kazanan ilk kadın oldu. Ancak muhtelif sebeplerle —belki erkek ağırlıklı bir alanda kadın olduğundan, belki sofistike çalışmaları seksi bir isme sahip olmadığından— özenle toplanmış verileri, Hardin’in metaforunun kamuoyunun imgelemindeki konumunu sarsamadı.
2012’de öldüğünde, çalışma arkadaşları Ostrom’un çığır açıcı çalışmalarını, sözünü sakınmayan tevazuunu ve her derde deva mucize çözümlere direncini öne çıkardılar. Basit hikâyelerin ne kadar zehirleyici olabileceğini kendi tecrübelerinden biliyordu. Hardin ise, kendi tarafında, kendi fikirlerini olabileceği kadar çirkinleştirmekle meşgul oldu. Müştereğin trajedisine çözüm önerileri arasında zorlayıcı nüfus kontrolü de yer aldı: 1968’de “çoğalma özgürlüğüne katlanılamaz” yazmıştı, “karşılıklı olarak mutabık kalınan karşılıklı zorlama” yoluyla karşılık verilmeliydi. Sadece insan nüfusunun artışından değil nüfusun belirli kesimlerinin artışından da endişeliydi. Eğer herhangi bir din, ırk veya sınıf kendi üstünlüğünü garanti altına almak kastıyla aşırı çoğalmayı bir politika olarak benimserse ne olacağını dert etmişti. “Müştereğin Trajedisi”ni yazdıktan birkaç yıl sonra yoksul ülkelere gıda yardımı yapılmasına karşı çıktı: “Daha az yetenekli olanlar, onlara yardım eden daha yetenekliler aleyhine çoğalacaklar ve müşterek olanın kaçınılmaz imhasını çabuklaştıracaklar” diye öngörmüştü. Zengin ülkeleri, eğer daha çok yolcu alırlarsa batacak olan cankurtaran botlarına benzetmişti.
İzleyen yıllarda, Hardin’in ırkçılığı daha belirginleşti. 1997’de “Bana göre bu çok ırklı toplum fikri bir felakettir. Çok ırklı bir toplum deliliktir. Bence göçü kısıtlamalıyız.” dedi. Hardin 2003 yılında öldü, ancak Güney Yoksulluk Hukuk Merkezi, Hardin’in fikirlerinin uzun ömürlülüğüne dikkat çekiyor.
Öte yandan, Hardin’in ırkçı fikirlerinden tiksinenlerin çoğu, Science makalesinde dile getirdiği fikirlerin basitliği tarafından baştan çıkmış durumda —kimileri ilgili makale dışındaki fikirlerini bilmiyor da olabilir. Akademik atıf indeksleri bir gösterge ise, müştereğin trajedisi fikri, Ostrom’un bulgularından çok daha fazla yaygınlığa sahip. Çevre bilimi derslerinde lise öğrencilerine eleştirmeden öğretiliyor. Göç ve üreme konusunda merkezi kısıtlamaları destekleyenler tarafından bir gerekçe olarak kullanılıyor. Daha da sık olarak, insan başarısızlıklarının bir açıklaması olarak gelişigüzel bir şekilde başvuruluyor: seçkin biyolog Wilson bile Half-Earth (2016) adlı kitabında uluslararası iklim değişikliği anlaşmalarının zayıflığını ve okyanus kaynaklarının üzerindeki baskıyı, sanki sakınılamaz trajedilerden söz eder gibi, müştereğin trajedileri olarak tanımlıyor.
Ostrom ve meslektaşları tarafından toplanan kanıtlara rağmen, görünen o ki, pek çok kişi, dünya çapındaki koruma çabalarını görmezden gelerek, insan kardeşlerinin kötü olduğuna inanmaya hâlâ çok istekli. Hardin gibi pek çok korumacı da, insanların yapıcı değil, ancak yıkıcı olabileceğini ve gerçek bir korumanın ancak tamamen özelleştirme veya tam hükümet kontrolü yoluyla elde edilebileceğini varsayıyor. Bu varsayımlar, İster bilinçli ister bilinçsiz olsunlar, tüm bir alternatifler evrenini ortadan kaldırıyorlar.
Ostrom’un fikirleri yaygın olarak kabul edilen özdeyişler haline gelmese de, tümüyle göz ardı edildiklerini de söyleyemeyiz. 1980’lerde Güney Afrika’da bazı koruma uzmanları, çoğu sömürge hükümetleri tarafından yaratılan parkların ve rezervlerin, vahşi yaşamdan geçimini sağlayan avcı ve çiftçileri —kimi zaman nesiller boyu müşterek bir biçimde idare ettikleri ve onları hayatta tutan— vahşi yaşamdan ayırdığını kavradılar. Sonuçta ortaya çıkan yerel destek eksikliği, en iyi korunan parkların bile en azından sınırlarının çaresizleştirilmiş insanların saldırılarına karşı savunmasız olduğunu göstermiş, insanların en büyük rezervlerden bile taşan büyük, bazen sorun yaratan türleri korumayı bir yana bırakın, tahammül etmeye bile yanaşmadıkları da ortaya çıkmıştı.
(Özellikle Afrika’da yaşanan çok sayıda “vahşi hayatı koruma pratiği”nin özetlendiği uzunca bir bölümü geçiyorum.)
Ostrom’un müştereklerin yönetimi ilkeleri artık sadece Namibya koruma sistemine değil, dünya çapında yüzlerce benzer çabaya ilham veriyor. Birçoğunda yüzyıllar önce geliştirilen koruma uygulamaları canlandırıldı ve uyarlandı, mevcut koşullara uygun yeni kurallar geliştirildi. İnsanlar, Fiji’deki mercan resifleri, Kamerun’daki ormanlık dağlar, Bangladeş’teki balıkçılık havzaları, Brezilya’daki istiridye çiftlikleri, Almanya’daki müşterek bahçeler, Kamboçya’daki fil sürüleri ve Madagaskar’daki sulak alanların yönetiminde işbirliği yapıyor. Nüfusun seyrek olduğu çöllerde, kalabalık nehir vadilerinde ve terk edilmiş kentsel alanlarda faaliyet gösteriyorlar.
Koruma hemen hemen her zaman en azından bazı kısa vadeli maliyetlere yol açar, ancak araştırmalar birçok toplum esaslı koruma projesinin başlangıç maliyetlerini düşürdüğünü ve zamanla katılımcılara hem somut hem de somut olmayan önemli faydalar sağladığını gösterdi. İlaveten topluluk esaslı koruma yukarıdan aşağıya koruma stratejilerine bir tepki olarak başlamış olsa da, merkezi esaslı büyük parklar ve rezervlerle paralel olarak çalışabilir ve hatta bunların yaratılmasına destek sağlayabilir. Kuzeybatı Namibya’da, iki komşu koruma grubu, çiftlik hayvanlarından arındırılmış, turist sayısının bir izin sistemi ile sınırlandırılacağı —böylelikle aslanların ve diğer büyük yırtıcıların insan kaynaklı yok edilmekten korunabileceği— bir ‘halk parkı’ projesi geliştirdi. Eğer proje onaylanır ve gerçekleştirilebilirse bölge büyük yırtıcılar için çekirdek bir habitat olarak hizmet edebilecek ve bölgenin biyolojik çeşitliliği sadece kanunla değil bölge halkının katılımıyla korunmuş olacak.
Toplum esaslı koruma her problemi çözemez ve müşterekleri korumada her zaman başarılı olmaz. Çoğu durumda merkezi yönetimler, yerli halkın ve kırsal toplulukların uzun soluklu toprak hak iddialarına bigâne kalıyor ve yerel toplulukların uzun vadede etkili olabilecek yönetme çabalarına müdahale ederek belirsizlik kaynağı oluyor. Merkezi yönetimlerin bozucu etkilerinin olmadığı iyi kurulmuş sistemler bile iç çatışmalara, kuraklıktan savaşa ve küresel pazar güçlerine kadar değişen bozucu etkilere karşı savunmasızdır. Ostrom’un izleyicilerine sık sık hatırlattığı gibi, herhangi bir strateji başarılı olabilir veya olmayabilir. Toplum esaslı korumanın farkı, pek çok toplumun potansiyelini anlamaya —veya hatırlamaya— başlamasını sağlamasındadır. ‘Göz ardı ettiğimiz şey, sıradan insanların neler yapabileceğidir’ demişti.
Indiana’da Ostrom ve —kendisi de bir siyaset bilimci olan— kocası Vincent, katılımcılar tarafından muhabbetle ‘Atölye’ olarak adlandırılan Siyaset Teorisi ve Politika Analizi Atölyesi’ni kurdu. Katılanlar, Ostrom’un yaptığı gibi, hava kirliliği gibi büyük ölçekli kaynak sorunlarını yönetmede toplulukları paydaş kılmanın yollarını arıyor. Ostrom’un ancak sınırları belli, düzenlenmiş bir alanda başarılı olacağını iddia ettiği prensiplerini açık erişim ortamında çalıştırmak için boğuşuyorlar. 2011 yılında bir araştırmacı “Ostrom Kanunu” —pratikte işe yarayan, teoride de işe yarar— adıyla Ostrom’un katkılarını formülleştirmiş olsa da, Ostrom’un hayranları bile bazen en eski eleştirmenlerini yankılayarak, alanın kapsayıcı bir teoriden yoksun olduğunu düşünüyor.
Genelde kolektif bir trajediye benzeyen bir süreçteki imkânları fark etmekteki zorluk gibi, tüm türlerin karmaşıklığını anlamakta da zorluk çekmeye devam ediyoruz. Ancak en karanlık zamanlarda bile, Ostrom’un çalışması bize geleceğin öngörülemez olduğunu —iyi ki öyle olduğunu— ve uçurumun kıyısında olsak bile düşmekten sakınmak için sayısız fırsata sahip olduğumuzu hatırlatmaya devam edecek.