Ah Ümit, Neredesin!

Ümit Kıvanç P24’te bir yazı yazmış. Okurken, neredeyse her paragrafta bir defa daha, içimden “oha” dedim. Hani bu yazının her cümlesini aklıma gelen muhtelif açılardan çürütmeye çalışsam, herhalde iki ciltlik filan bir kitap çıkar. Neticede de dünya hakkında bildiğim her şeyi söylemiş olarak, huzur içinde ölmeye yatabilirim. Bildiğim her şeyin antitezi bu kadar kısacık bir yazıda yoğunlaştırılabilirdi yani…

Tasalanmayın her şeyi söylemeye kalkışmayacağım. Ölmeye hevesim yok. İşimi bitirmeye yani…

Ne anlıyoruz? Dünya muazzam bir ümitsizlik dalgasına kapılmış. Öyle mi sahiden? Herkes ümitsiz mi? Mesela Türkiye’deki başı örtülü kadınlar, Thüringen’deki faşistler, Suriye’deki rejim yanlıları, bugün düne kıyasla daha mı ümitsiz?

İroni peşinde değilim. Özellikle de Thüringen’deki faşistlerden söz ederken ironi yapmıyorum. Benim açımdan faşistler yok, faşizm var. Derdimi biraz dolambaçlı bir yoldan ifade etmeye çalışayım. Murat Sevinç Diken’de “Her şeye ‘onay vermek’ zorunda ve makamında hissediyorlar. Her şeye…” diye başlamış. “Ne olursa olsun memlekette, onların ‘değer’ süzgecinden geçmek zorunda. Süzgecin niteliğini, ne zaman kullanılması gerektiğini, şekli şemailini belirliyorlar. Belirlemeyi hak görüyorlar. Kerameti kendinden menkul o süzgecin, neden kendilerinden başkası tarafından ciddiye alınması gerektiğine dair anlamlı bir yanıtları yok. O yanıtı vermek için gerekli sorulardan yoksunlar. O soru ve yanıt için elzem olan bir çıkış noktasına sahip değiller.”

Sevinç’in onlar diye sözünü ettikleri, memleketin mağrur muktedirleri. Sözün bağlamı da, AKP’li zavallının “böyle ucuz siyasi manevraları millet yemez” diye karşıladığı, çocuğuna bakamadığı için kendini yakan adam hadisesi herhalde. Meseleyi bu dar çerçevenin içine yerleştirince Sevinç haklı mı? Sonuna kadar haklı.

Mesele şu ki, Sevinç’in yazısının neredeyse kelime kelime aynısını, bundan altmış yıl, kırk yıl, yirmi yıl önceki gazetelerde veya dergilerde bulabiliriz. O tarihlerde “her şeye onay vermek zorunda ve makamında hissediyorlar” diye yakınanlar, “neden her şey sizin değerlerinize göre değerlendirilecek, neden bizim de sizin değerlerinizi ciddiye almamız gerekiyor” diye soranlar, bugünün muktedirleri idi. Ve üstümüze manasız değerlerini boca edenler, o gün o soruları soranlara cevap vermek için gereken sorulardan mahrumdular. Öyleydi işte…

Faşist yok yani, faşizm var. Bir yerlerde her şeye onay verme makamı var ve bazıları o makama oturuyor. Nöbetleşe… Mesele de, bana kalırsa, o makamla, onun mevcudiyetiyle dövüşmek yerine, o makama oturmuş olanlarla dövüşmek yüzünden derinleşiyor, çetrefilleşiyor. Cıvıyor, cıvıklaşıyor.

Bu memlekette başörtülü kadınlar uzun süre aşağılandılar. Alçakça, sebepsiz, her birinin kendisi hakkında hiçbir şey bilinmeden, hiçbir şey merak edilmeden, sadece başlarının örtülü olması üzerinden… Kendilerini her şeyin onay makamı olarak atamış birilerinin değerlerine göre, yargılanmadan mahkûm edildiler. “Başörtülü kadınlar”, mezkûr onay makamının nesneleştirdiği öznelerin sadece küçük bir bölümü. Elbette sadece onlar olsaydı o keyfi onay makamının sebepsizce ufaladıkları, yine de dertti ama sadece onlar da değildi. “Biz senin evde nasıl giyindiğine karışıyor muyuz” veya “biz senin evde hangi dili konuştuğuna karışıyor muyuz” gibi akıllar, akıl niyetine ve fütursuzca dolaşımdaydı.

Yani?

Evin dışındaki alanlar birilerinin tasarrufundaydı. Kendiliğinden, öyleydi işte. Evlerin içine karışmaya güçleri yetmiyordu esasen, yoksa orayı da kontrol etmeye kalkacaklarından şüphe yoktu da, yetersizliklerini lütuf gibi sunacak kadar da küstahtılar. Evin dışındaki alanlar neden onların tasarrufundaydı? Murat Sevinç’ten alıntılayarak söyleyelim, o yanıtı vermek için gerekli sorulardan yoksundular. O soru ve yanıt için elzem olan bir çıkış noktasına sahip değildiler.

Faşizm vardı. Şimdi faşizmden pek bir mağdur olanlar o vakitler faşist idiler. O vakitler mağdur olanlar ise şimdi faşist. Yani meselemiz faşistler değil, faşizm.

Almanya’nın Thüringen’ine dönelim. Orada birileri faşist olarak tasnif edilmiş, sisteme erişimleri bir takım onay makamları tarafından engelleniyor. Onları ve fikirlerini kendime yakın buluyor muyum? Hayır. Ama kendilerini ve fikirlerini kendime yakın bulduklarımın hakkını müdafaa etmenin hiçbir güçlüğü yok. Güçlük, kendileri ve fikirleri bana yabancı olanları anlamaya çalışmakta çıkıyor.

Ve güçlük, faşizmin en sevmediği şey. Sahadaki engebeleri göremeyeceğimiz kadar yukarı çıkarsak, büyük resme şöyle uzaktan bakarsak… İnsanları teker teker değil de, şöyle yığınlar halinde görürsek…

Aha gerçeği gördük, biz gençken ümit vardı, şimdi kalmadı. Bakın, zamanda ve mekânda mesafeyi güzelce —keyfimize göre, bizi haklı çıkaracak biçimde, gerçeklikle irtibatımızı sıfırlayacak şekilde— ayarladık mıydı, her şey ne kadar net görünüverdi.

Neden bir vakitler her yerden fışkıran ümit şimdi kalmadı? Mesela Beyrut’ta biyoloji doktorası yapan başörtülü genç kız ümitsiz mi? Ümit Kıvanç’ın atıfta bulunduğu Amin Maalouf’un Uygarlıkların Batışı kitabını okumadım. Ama bir cümle önce sorduğum soruyu Maalouf’a sorayım, Beyrut’ta biyoloji doktorası yapan başörtülü genç kız ümitsiz mi? Başörtülü, yani Müslüman. Ama biyoloji tahsil etmiş, yani muhtemelen evrim teorisini ikmal etmiş. Doktora yapıyor. Bekâr. Annesi onun yaşındayken muhtemelen üçüncü çocuğuna gebeydi ama o bekâr. Muhtemelen bakire de ama geceleri rüyalarına, Lübnanlı olup ABD’de eğitim görmüş, Kahire’de çalışan, haftada bir gelip çalışmalarını değerlendiren, evli ve iki çocuk babası hocası giriyor belki.

Ümitsiz mi? Ümitsiz olsa doktora filan yapamaz. Ama muhtemelen aşkı karşılıksız kalacak, o açıdan fevkalade ümitsizdir. Yine de kendisine hak ettiği bir zevç bulmaktan ümidini kesmemiştir.

“Saydıkların kaç kişi” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Peki, Ümit Kıvanç’ın veya Maalouf’un “herkes ümitsiz” derken kastettikleri kaç kişi?

Esas mühim soru bunlardan hiçbiri değil. “Eski güzel günler”de, Kıvanç’ın ümitli olduğu günlerde kimler ümitliydi? Kaç kişilerdi? Ve esas mühimi, neyi ümit edebiliyorlardı? Mesela annem, başı örtülü olarak bu memlekette —kendisinin de olan bu memlekette— muteber biri olabileceğini ümit edebiliyor muydu? Veya daha gençken doktora yapabileceğini hiç ümit etmiş miydi? Gençken doktora yapmak diye bir şeyin de mevcut olduğunu, bir seçenek olduğunu bilebilmiş miydi?

Hayır.

Elbette ümitliydi, beş çocuğunu okutabileceğini ümit ediyordu. Ama hepsi o kadar. O ümitle hayata tutundu. Ümit etmesi bile haram olan şeylere yaklaşmadı ve hayatta kaldı.

Ümit Kıvanç’a, sanki o gençken dünyanın dört bir yanına şehvetle ümit pompalıyormuş gibi görünen programı, anneme zerre kadar ümit vermiyordu. Kimseye vermiyordu. Mutlu bir izdivaç yapıp yeşil panjurlu evinde çocuklarını büyütmeyi hayal eden genç kıza da… Tekraren vurgulayayım, o genç kızın ufkuna doktora yapmak girmiyordu. Öyle bir ümidi zaten yoktu.

Ümit, öyle Ümit Kıvanç’ın varlığını, yokluğunu kestirmeden teşhis edebileceği basitlikte bir şey değil. Çünkü insan öyle bir şey değil.

Ve net toplamda bugün dünyada yaşanan şey, ümitsizlik değil. Dün hayal ufkuna girmeyen şeylerin, bugün geniş yığınlar tarafından talep edilmesinin yol açtığı bir türbülansın içinde yaşıyoruz. Gerçeklik, bizim gençken sokaklarda talep ettiklerimizin ötesine geçti. İnsanlar hayalini bile kuramadıkları şeyleri ümit etmeye, ümit etmeye yanaşamayacakları şeyleri talep etmeye başladılar.

Ama öyle olmaz. Ümit Kıvanç’a ve onun gibilere sormadan, etmeden… Murat Sevinç’e sormadan, etmeden… Olmaz. Kimin neyi hayal edebileceğini, kimin neyi ümit edebileceğini, kimin neyi talep edebileceğini, Kıvançgiller, Sevinçgiller kararlaştırmazlarsa… Her şey arapsaçına dönmüş gibi görünüyor. Böyle olmaz.

İnsanların ümidi artıyor. Ama Kıvanç’ın, Sevinç’in “şunları ümit etmeniz gerekiyor, ümit edin, marş marş” dedikleri hususlarda değil. Eh, onlar da dünyanın biçimsiz bir istikamete yöneldiği konusundaki varsayımlarının teyidini görüyorlar.

Maalouf “Ne var ki,” demiş, “şu yüzyılda tanık olduğumuz hadise bunun ötesine geçiyor. Milyonlarca insanın umutsuzluğun pençesine düşmesi ve aralarından çok sayıda kişinin intihar eylemlerini benimseyecek noktaya varması; böyle bir şey tarihte asla görülmedi ve bana öyle geliyor ki, Arap-Müslüman dünyanın bütününde olduğu gibi, diasporalarının yaşadığı tüm ülkelerde de gözlerimizin önünde cereyan etmekte olanların gerçek mânâsı henüz tam anlaşılamadı.”

Kıvanç da “Haklı. Anlaşılamadı. Çünkü ‘hadise’ye bir insanlık problemi olarak değil, neredeyse gündelik, basit siyasî, bilemedin bölgesel, ırksal mesele gibi bakılıyor” diyor.

Arap/Müslüman dünyasına geleceğim. Önce Kıvanç’la işimizi bitirelim. Hadiseye Kıvanç’ın dediği gibi bakılıyor olduğunu kabul ederek başlayalım.

Bir. Kıvanç’ın hasretle yâd ettiği günlerde de, her hadiseye öyle —yani siyasi bir hadiseymiş gibi— bakılıyordu. Kıvanç da öyle bakıyordu —ve anlaşılan o ki hâlâ öyle bakıyor.

İki. Hadiseye Kıvanç’ın dediği gibi bakanlar kimler? Kaç kişiler? Sayıları ve bakış açılarının keskinliği nasıl değişiyor? Var mı elinizde bir malumat? Gözlerinizin önüne inmiş —kendinizin yaşlanmış olmasından, artık yokuşları eskisi gibi çıkamıyor olmaktan kaynaklanan— şahsi perdeleri evrenselleştirmek, herkesin görüşünün aynı perdeyle bulanmış olduğunu zannetmek neyin nesi? Gençliğinizi yatırdığınız manasız programın iflasının yüklediği gönül yorgunluğunu evrenselleştirmek… Dünyada yığınla insan, her gün sayıları artan sayıda insan, hadiseyi Arap/Müslüman hadisesi olarak görmüyor, çünkü Arapları/Müslümanları Arap/Müslüman olarak görmüyor, insan olarak görüyor. Şu Arap/Müslümanın öteki Arap/Müslümandan farklı olduğunu gören gözlerle…

Üç… Maalouf’un sözünü ettiği —Kıvanç’ın da katıldığı anlaşılan— “gerçek mana” ne? Onların anladığı ve fakat biz fanilerin anlamadığını zannettikleri gerçek mana, bundan önceki programları gibi manasız bir şey olabilir mi? Kimsiniz de gerçek mananın tekeline sahip olduğunuzu vehmediyorsunuz? Kıyamet, sizin gerçek mana üzerindeki tekelinizden vazgeçmeye niyetli olmamanız yüzünden kopuyor belki de… Olamaz mı?

Ve dört… Bilmem kaçıncı defa Kierkegaard’dan alıntıyla… Hayat ancak geriye doğru anlaşılır, ileriye doğru ancak yaşanır. Olup bitenin anlaşılamamış olması —meselemiz yarın ise— o kadar da dert değil yani. Anlaşılabilir olduğunu zannetmek ise, görünen o ki, en azından Kıvanç öznesinde, Kıvanç’ın ruh sağlığını tehdit edici bir ur halini alıyor.

Şimdi gelelim, Arap/Müslüman dünyasına…

Bir manada Maalouf’a katılıyorum, Arap/Müslüman dünyasının istikameti ve vitesi ile dünyanın kalanının istikameti ve vitesi arasındaki makas giderek açılıyor. Mezkûr halin özel olarak analiz edilmesi gereken bir şey olduğunu, bir açıdan bir toplu intiharı da andırdığını düşünüyorum. Ancak Maalouf’un kitabını okumadığım için, nerelerde birbirimize yaklaştığımızı, nerelerde uzaklaştığımızı kestiremiyorum.

Daha kapsamlı bir analizi erteleyeyim. Bir hususa işaret edip bitireyim. Bugün Arap/Müslüman dünyasında, Arap/Müslüman davası denebilecek bir dava için kendilerini feda edenlerin büyük bölümü Arap değil. Çeçenistan’dan, Sincan’dan, Avrupa’dan kopup gelmiş insanlar. Meselenin bu boyutunu ihmal edip, hadisenin Arap/Müslüman coğrafyasında vuku bulmasıyla yetinerek yapılan analizler son derece yanlış yerlere götürebilir analizi yapanı.