Bizi Engellemeseler

Güven yıllardır her mecrada yürüttüğü mücadelesini YouTube ortamına da taşımış. İkinci videonun sonlarına doğru Şirketokrasi adlı kitabı gösterdikten sonra Şakir Zümre, Nuri Külligil ve Vecihi Hürkuş isimlerini zikredip, “bizi bazı konularda engelleyen bir sistem”den söz etmiş.
Ben bizi bazı konularda değil, her konuda engellemeye çalışan bir sistemden de söz edebilirim. Kinaye değil, gerçekten öyle düşünüyorum.
Galiba meselenin iki ayrı veçhesinden söz etmek gerekiyor.
Zümre, Külligil ve Hürkuş’un yaşadıklarının benzerini, elbette son derece minyatür bir versiyonunu bizzat tecrübe ettim. 1989’da Anadolu Üniversitesinde, dönemin Açıköğretim Dekan Yardımcısı olan ama esasen sistemin kuruluşundan itibaren stratejik aklı olan Sinan Bozok’un himayesiyle, Bilgisayar Destekli Eğitim çalışmalarını başlattım. Kısa süre içinde müthiş mesafe kat ettik. Kat ettiğimiz mesafe hakkındaki kanaat benim şahsi görüşüm değil, gerek Bakanlığın, gerek konunun uluslararası uzmanlarının ve elbette mevzuu kendi sektörleri için mühim bir açılım olarak gören dev küresel bilgiişlem şirketlerinin kanaatiydi. Yaptığımız işler, yeni zuhur etmekte olan ve kısa süre içinde devasa boyutlara ulaşması beklenen bir sektörün en göz alıcı ve en ümit verici işleriydi.
Sonra Türkiye’de iktidar değişti. Bakanlıkta bu işlerle ilgilenen genel müdür değişti. Aniden Türkiye, kendi öğretici yazılımları üretmekten caydı ve İsrail’den yazılım ithal etmeye başladı. İsrail, izleyen dönemde bu sektörden birkaç milyar dolar kazandı. Sonra Hintlilerin gerisinde kaldı. Sektör başlangıçta beklendiği büyüklüklere ulaşmadı. Bugün ne büyüklüktedir, Hindistan bu işten ne kazanıyor, bilmiyorum. Ama eğer işler başka türlü gelişseydi, Türkiye’de eğitim yazılımı üreterek ekmeğini kazanan birkaç bin kişi olması, Türkiye’nin her yıl birkaç yüz milyon dolarlık ihracat yapması, Türkiye’de eğitimin kalitesinin şimdi olduğundan biraz daha yüksek olması işten bile değildi.
Olmadı. Yenildik.
Ben meseleye böyle bakıyorum. “Yenildik” diye yani. “Bizi engellemeye çalıştılar” mı? Elbette çalıştılar. Engellemeyi başardılar mı? Evet, başardılar. Başaramamalarını sağlamak gerekiyordu. Bizim işimiz sadece en iyi öğretici yazılımı üretmek değildi, aynı zamanda bizi engelleyememelerini sağlamak da işimizdi, işimizin bir parçasıydı. Ve beceremedik. Nokta. Zümre’nin, Külligil’in ve Hürkuş’un hikâyelerini okurken de aynı hissiyata kapılıyorum. Bir daha nokta.
***
Bilgiişlem endüstrisi, neredeyse tamamen Avrupa’da doğmuş bir endüstri idi ve gelişmesi için lazım bütün şartlar sadece Avrupa’da varmış gibi görünüyordu. ABD, yakın geçmişe kadar ağırlıklı olarak bir tarım toplumu vasfı sergileyen ABD, sektörü stratejik bir sektör olarak gördü ve IBM denen vasıfsız canavarı imal etti. Kısa süre içinde Avrupa’daki bütün irili ufaklı teşebbüsler IBM’in daha önce benzeri görülmemiş saldırganlıktaki rekabeti altında ezildi.
Buna mukabil otomobil endüstrisi, esas itibariyle, Ford sayesinde Amerikalı bir endüstri idi. Bir endüstri haline gelmeden önce, bir nevi zanaat olarak Avrupa’da filizlenmiş olabilir ama endüstri olarak tamamen Amerikalı idi. Bugün neredeyse tamamıyla Alman ve Japon. ABD’nin bilgiişlem endüstrisini, Almanların ve Japonların otomobil endüstrisini ele geçirdiği süreçlerde, Avrupalı bilgiişlem müteşebbisleri ve Amerikalı otomobil üreticileri, her türden komplo teorisini yazabilirler ve kısmen yazdılar da…
Benim penceremden bakıldığında ise yaşananlar, basitçe, iyi oynayanın kazandığı maçlardır. İyi oynamak, iyi oyuncuları toplamak, iyi bir teknik direktör bulmak filan gibi şeylerle sınırlı değil. Kazanmak için gerekenin ne olduğunu icat etmek ve onu layıkıyla yapmak da iyi oynamak dediğim şeyin bileşenleri arasında. Top sektirme yarışmalarında veya penaltı yarışmalarında birinci olanlar şampiyon takımlarda yer alamıyorlar.
Benim kendi yaşadıklarım, dünyaya böyle bakmamda müessir oldular. Çok iyi bildiğim şeyler vardı. Herkesten, dünyadaki herkesten daha iyi yapabileceğim şeyler… Ama benim ve ekibimin bildiği şeyler kâfi değildi. Başka şeyler de lazımdı ve onlar bizde hiç yoktu.
Bizde?
Yani bizim ekibimizde. Yani Anadolu Üniversitesinde. Ama mesela Türkiye’de de pek yoktu galiba. Mesela ümit veren teşebbüslere destek olmaya hevesli sermaye yoktu. Sonradan bu hususta bir şeyler yapıldı ama hep olduğu gibi, “başkasında var, bizde de olsun” mantığıyla yapıldı her şey ve başarısız olunduğunda —veya beklenen başarı sağlanamadığında— “neyi eksik yaptık” diye sormak yerine, “bizi engelliyorlar” denebildi.
Markalama ve pazarlama alanında sonradan Güven’in yaptığı şeyleri o dönemde yapan kimse yoktu. Şimdi de bu anlamda bir şeyler yapıyor görünenlerin büyük bölümü, yine, “başkasında var, bizde de olsun” mantığıyla iş yapıyorlar. Yani mesela şimdi bu işi yapanların çoğu o dönemde aktif olsalardı ve biz onlarla temas etseydik, “burada ümit vadeden bir iş var, kafa yoralım ve birlikte kazanalım” demeyeceklerdi —şimdi de demiyorlar. Ödeyemeyeceğimiz hizmet bedelleri talep edecekler, bir biçimde ödesek karşılığını veremeyecekler, yine de fiyakaları bozulmayacaktı.
Daha böyle birçok şey sayabilirim. Neticede bir fikri bir tasarı haline getirmek, bir tasarıyı bir ürün haline getirmek, bir ürünü pazarlanabilir hale getirmek, pazarı büyütmek filan hep farklı safhalar ve her birinde başka beceriler, başka birikimler ve başka ilişki ağları lazım. Yapamıyorsak, yapamıyoruzdur. Yapamıyor olduğumuzu teslim edersek, yapmanın bir yolu bulunabilir.
***
Kendi yaşadığım tecrübeden öğrendiğim bir başka husus, devlet denen şeyin, daha doğrusu karar verme denen şeyin merkezileşmesinin ne kadar riskli olduğu idi. Memlekette, o vakitler ümit vadediyor görünen bir sektörün kaderi bir kişinin iki dudağının arasındaysa, mesela o kişi eşiyle bir şirket kurup ithalat yaparak kendi kesesini doldurabilir. Hiçbir şey yapamazsınız.
Elbette bizim o dönemde yapabileceğimiz şeyler vardı, ben beceremedim. Şansım da pek yaver gitmedi. Mesela Özal öğrendiğinde ilgilenmişti problemlerimizle ama ömrü vefa etmedi. Birkaç ay daha yaşasa, sözünü ettiğim sektörün akıbeti başka türlü olabilirdi.
Ne kadar acıklı değil mi? Bir kişinin şahsi gücünü kırmak için bir başka kişinin şahsi gücüne ihtiyaç duymak… Çok acı.
Peki, ABD’de IBM benzer süreçlerle bir tekel olmadı mı? Muhtemelen öyle oldu. Pentagon’da “ne işimize kardeşim bu hantal makinelere bu kadar para harcayacağız, herifler hiçbir taahhütlerini de yerine getirmiyorlar ilaveten” diyenler var mıydı? Muhtemelen vardı. IBM muhtemelen onları susturmaya değil, kendisini destekleyecek olanların güçlü kalmasına yatırım yaptı. Ama —zannediyorum ki— her hal ve kârda, ABD’de karar süreçleri daha paylaşımcıydı. Türkiye’de ise hiç öyle olmadı. Olduğu kadarını da son birkaç yıl içinde imha ettik.
***
İmdi…
Demiyorum ki “oynadığımız maç adil”. Hiçbir maçın adil olmadığını, filanca maçın hakemi şu değil de bu olsa maçın seyrinin değişebileceğini peşinen biliyorum. Hakemlerin kötü niyetli ve/veya satılmış olması şart değil, aralarındaki yorum farkları, maçın seyrini etkiler. Ama meselenin bununla sınırlı olmadığını, bazı maçların hakemlerinin satılmış/satın alınmış olduğunu da biliyorum. Mesele şu ki, maçta aldığımız neticeyi hakemle açıklamaya başladığımızda, artık duramayız —duramıyoruz nitekim. Her maçın neticesini hakemlerle açıklamaya başlarız. Dolayısıyla benim tercihim, hiçbir maçın neticesini hakemle açıklamamak. Bazı maçların neticesini sahadaki takımlar değil, hakem tayin ediyor, evet. Ama onların hangileri olduğuna kafa yormakla kazanabileceğimiz bir şey yok. Hakemleri veri olarak aldığımızda ise, bazı maçları kazanabiliriz.
Buraya Güven’in bir cümlesinden yola çıkıp da geldim. Bir yanlış anlaşılma olmasın, Güven’in bütün hayatını “bazı maçları kazanabilir olduğumuz”a yatırmış olduğunun, benim bütün ümidimi kaybettiğim zamanlarda bile iyimserliğini koruduğunun canlı şahidiyim. Meselem Güven’le ve/veya ettiği cümleyle değil. Güven bilir de, siz de bilin…