Çarmıhımız

Güven, Bitcoin hakkında bir eleştiri yazısı paylaşmış. Daha önceki yaygın ve “gevşek” eleştirileri andırmıyor. Yok balonmuş da, değeri “aslında” şu olmalıymış da filan gibi mevzulara girmiyor, daha ziyade, bodoslama blockchain teknolojisine taarruz ediyor. Nasıl bir taarruz? Blockchain teknolojisinin, vadettiği merkezsizliği sağlamadığını söyleyerek…
İşte bu! Lazım gelen buydu. Bu tür eleştiriler, blockchain teknolojisine, daha doğrusu onun vaadine, yapılan onca övgüden, güzellemeden daha çok hizmet eder. Gerçekten de, Bitcoin sonrasında pıtrak gibi çoğalan para birimleri, merkezsiz bir dünyadan ziyade, çok merkezli, “keyfi merkezli” bir dünyaya yol açmış gibi görünüyordu. Güven’in paylaştığı eleştiri, bu “görünüm”den hareketle, sadece Bitcoin’in, hatta sadece Bitcoin benzeri para birimlerinin değil, blockchain teknolojisinin sonunu ilan etse de, zımnen kabul etmiş oluyor ki, gerçekleştirilmesi ümit edilen bir vaat vardı ve… Gerçekleşmedi.
Ama o vaat orada duruyor. Vaat olarak, özlenen bir şey olarak, gerçekleşmesi birçok hayra vesile olabilecek bir şey olarak, orada duruyor. Nedir o vaat? Bütün insanlığın, üzerinde hiçbir tekil öznenin yaptırım gücü olmayan bir tek para birimiyle alışveriş yapması diye özetlenebilecek bir vaat. Eleştirinin sahibi, bu vaade itiraz etmiyor. Edemiyor.
Ne anlamamız gerekiyor? Siz ne anlarsınız bilemem ama benim anladığım, “böyle beceremedik, becermek için bu defa ne yapmamız lazım” diye sormamız gereken bir noktadayız. Bence başlangıçta, Bitcoin rekor üzerine rekor kırarken de o noktadaydık zaten, demiştim daha önce, Bitcoin “para” değil. Ama benim, yani Bitcoin’in “yanında” duranların öyle düşünmesi yetmez, “karşısında” duranların Bitcoin üzerinden insanlığın kavram haritasına şırınga edilmiş olan vaadi “zımnen” de olsa kabul etmesi ise mühim.
Tarih böyle yol alır. Aydınlanma aklı o, “bir şeye ihtiyacımız var” diye hissettiğimizde üç beş akıllı insan bir masa başına oturup o ihtiyacı karşılayacak şeyi yapsın… Öyle bir metodu yok tarihin.
Murphy kanunlarından biri, “evdeki Acem halısını satmayı aklınıza getirmeyin, satarsınız” der. İnsanoğlunun aklına “evrensel ve merkezsiz bir para” fikri düştü, olacaktır. İki ileri bir geri ama olacaktır. Bitcoin’e bu tür muhtevalı itirazlar, bu süreci sekteye uğratmaz, hızlandırır. Blockchain teknolojisinin, vaadin büyüleyiciliğinden istifade istismar edilmesi imkânlarının ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu tür eleştiriler vaat ile teknoloji arasına bir kama sokarak, teknolojinin istismarına imkân sağlayan büyüyü dağıtır. Büyü dağılınca da… Artık işimize bakabilir, teknolojiyi ıslah edebiliriz.
Meselem Bitcoin değil. Daha büyük bir hikâyenin önemli aktörlerinden biri para. Sadece o kadar. Esasen, Matruşka bebekler gibi, bir tür hologram gibi, hangi düzlemde konuşacak olursak olalım, aynı gerilimin tezahürleriyle karşı karşıya olduğumuz görünüyor. Türkiye’nin her şeye kadir —ve ne hikmetse muarızları tarafından da öyle gösterilen— ittifakının çatırdaması mı mesela… Mesela o çatırdamanın sesi olan Andımız meselesi mi? Andımız meselesi bu muhteva ve bu vukufla on gün daha konuşulsa, bana öyle geliyor ki, mucidi Reşit Galip mezarından kalkıp “yahu boş verin, bir Andımız uğruna koskoca devletin temelleri sarsılıyor” diye itiraz edecek. Bir yanda Yılmaz Özdil, öte yanda Engin Ardıç kafasıyla bizim neslin yürüttüğü sidik yarışı, yeni nesiller için “yahu bunların kutsallarının her biri zırvadan ibaretmiş” hissine yol açıyordur. “Her şey”in içi boşalıyor, sadece mezkûr andın değil. Ve yeterince boşaldığında, biri, kendi pozisyonunu tahkim etmek için öyle kapsamlı bir eleştiri yapmak zorunda kalacak ki, tarafların ikisi birden boşluğa düşecek.
Öyle olur bu işler. Çürüme artık taşınamaz noktaya geldiğinde, koltukları korumak için tesis ettiğiniz ve memleketin bekasına endeksleyerek millete yutturduğunuz ittifaktan içi tamamen boşalmış devlete kadar her şeye anlam vermek için bir Andımıza bel bağlamak zorunda kalırsınız. O kolon o sıkleti taşımaz. Kırıldığında da yıkılan sadece Andımız olmaz, onunla ilişkilendirdiğiniz her şey yıkılır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, bir süredir dünyanın nabzının atıyor olduğu bir coğrafyada, bir çağın sonunu tayin edecek bir nihai hesaplaşma döneminde, kendisini bölgenin ve dönemin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yeniden tarif etme kabiliyetini sergileyemediği için, müzelik kavramları parlatıp dolaşıma sokmak zorunda kaldı. Kendisi, kendisini müzelik olarak ilan etti yani. Tartışma, hangi müzedeki “biz”in biz olduğu etrafında dönüyor, Etnografya Müzesindeki biz mi, İslam Eserleri Müzesindeki biz mi, Cumhuriyet Tarihi Müzesindeki biz mi…
Denklemden Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkması denklemin çözümünü sağlamadı, o hususta daha mesai gerekiyor. Ama o çözümde bir hissemizin olmayacağı kesinleşti. Bu yenilginin bir faturası olacaktı, oldu. Faturanın hangi meblağlara baliğ olacağı meçhul —çok korkutucu meblağlar da ihtimal dâhilinde. Ama tarih, biz onun öznesi değil de basit bir nesnesi olduğumuzda da yoluna devam edecek.
Esasen, Andımız etrafında dönen tartışmanın muhtevası, üslubu ve yoğunluğu, ne kadar anakronik, ne kadar “müzelik” olduğumuzu görmek için bir başına kâfi. Ve sözünü ettiğim nihai hesaplaşmada neden nesneleştiğimizi anlamak için de… Kendi kendisine ayakta duramayacak kadar aşınmış olan şeyleri ayakta tutmak için, her gün, her fırsatta, durmaksızın “büyü” icat etmek zorunda kalıyorsak, bu demektir ki ayakta tutmaya çalıştığımız şeylerin ayakta duracak takati yok. Bizim onlara yaslanıp dinlenme şansımız yok. Aksine, onları —çarmıhımız gibi— sırtımızda taşımak zorundayız. Nereye kadar? Özneler infazı nerede uygun görürlerse oraya kadar.
Kimse bize bir çarmıh dayatmadı, çarmıhı sırtımızda taşımayı biz tercih ettik. Üzerinde mutabık kalamadığımız husus, hangi çarmıhı taşıyacağımız.
Benim açımdan… Hiç birinin diğerinden farkı yok.