Çoktan Seçmeli Nesil

Muhtemelen 82 baharında Fethi abiye “bizimki de pek akıllıca değildi, belki buradan bir şey çıkar” derken ihtimal kipini kullanmam, benim bir şüphem olmasından değildi, Fethi abinin öfkesinin büyüklüğüne karşı “bu kesinlikle daha tercihe şayan” demek zor olduğundan öyle demiştim ama esasen kesinlikle emindim ki, o nesilden çok matah şeyler çıkacak. Çok daha ihtimamlı büyütülmüşlerdi. Mahrumiyet bilmiyorlardı bile denebilir, dolayısıyla dünyaya daha relax bakabilirlerdi. Eh işte görüyorduk, cinsel açıdan da daha serbest büyüyorlardı. Bizi ve bizden öncekileri hadım eden ne vardıysa, onlarda yoktu.
Ve fena halde yanıldım.
***
Bir defa, dehşet verici seviyede cahiller. Parmak kemiklerini eksiksiz sayabiliyorlar. EBOB ne işe yarar bilmeseler de EBOB problemlerini en kestirmeden çözecek stratejileri biliyorlar. Kumun üzerine çizerseniz, gerçekte hiç karşılaşmayacakları bir geometri probleminde filanca açının hesaplanması için nereye bakmaları gerektiğini şıp diye buluyorlar.
Ama…
Okul kitaplarında üç, beş yüz kelimeyle büyüdüler, üç, beş yüz kelimeyle ifade edilebilecek bir dünyaları var. Okuduklarını anlamıyorlar ama anlamadıklarına hiç ihtimal vermiyorlar. Cümlenin filanca yerine bakıp, falanca bağlaç ile yüklemin ilişkisinden… Çeldiricileri çıkardıklarında… İki seçeneğe indiriyorlar ve… Etrafa bakınıyorlar, kendileri gibi olanlar hangisini tercih etmiş diye. Doğru cevabı bulmuşlarsa, metni anlamış olduklarını da vehmediyorlar.
Dolayısıyla bir şey okuduklarında anlamak/öğrenmek gibi bir dertleri yok, yazanın kastının ne olduğu, soranın kastının ne olduğu tahmin edilecek bir nesne onlar için metinler. Zaten herhangi bir metnin tamamını okumaya vakitleri de yok, giriş cümlesinden tahminde bulunacaklar, ortada bir cümleye sıçrayıp hızlıca hüküm cümlesine geçecekler ve… Metin hakkında sorulan soruya cevap verebilir olmayı metni anlamak zannediyorlar.
Olur a…
Mesele şu ki, hep bir ağızdan ve başka herhangi bir sesin yükselmesine mani olacak cayırtı kopardıklarında… Kendilerini muzaffer hissediyorlar. O zafer duygusunu doğruyu bulmak zannediyorlar. (Hayır, bir tane doğru var ve o herkes için doğru, bunu anlamayacak ne var, anlamıyorlar.) Âlemin öyle işlemediğini, keşfedilecek bir yer olmadığını, icat edilmesi gerektiğini… Belki soru sorulsa ve seçenekler verilmese de çözümü inşa etmeleri gerekse öğrenebileceklerdi.
Artık çok geç.
Kendilerinin pek sevdiği tabirle söyleyeyim, asla eğitilemezler artık.
***
Metne baktıklarında yazanın kastının, soranın kastının ne olduğuna/olabileceğine yoğunlaşmaktan metnin ne dediğine tahsis edecek nöronları kalmıyor ya, esasen sadece metinleri değil bütün dünyayı kasıtlar üzerinden okuyorlar. Devletle ilişkileri de, kendilerini imtihana tabi tutan otoriteyle ilişkileri gibi… Devletin herkese düşmanca davranmaya, “hadi bakalım kendinizi bir ispatlayın” demeye hakkı var. Devlet denen aygıtın işi gücü, vatandaşları tasnif etmek —başka ne işi olabilir ki, dünyada başka ne iş var ki. Vatandaşın işi de belli işte, olmuşlar arasına yerleşmeyi hak etmek.
Olmuş olmak ne peki? E onu da devlet bilir, vatandaş ne bilsin! Ne haddine!
E o halde devlete itiraz etmiyorlar mı? Ediyorlar. Yanlış kişileri seçtiği, tercih ettiği için itiraz ediyorlar. Yanlış kişilerin eline geçtiği için, kasten, yanlış kişileri seçiyor devlet. Onların yıllar önce sollayıp geçtikleri, kendi marifetleriyle sollayıp geçtiklerini zannettikleri insanların eline geçmiş olduğu için… Dolayısıyla, devlet denen müessesenin mevcudiyetine ve varsaydıkları işi —vatandaşı tasnif etme işini— yapmasına itirazları yok. O işi, kendilerini tercih edecek şekilde yapmamasına itirazları var. Onlar tercih edilenlerden olmak için üstlerine düşeni, kendilerine tevdi edilen her bir vazifeyi layıkıyla yerine getirdiler.
***
Müzakereyi de benzer sebeplerden bilmiyorlar. Orada cevap şıkları var. Biri doğru. Neyi müzakere edeceğiz! Biz birbirimize rakibiz aynı zamanda, neden müzakere edeceğiz!
Zaten dünyanın kötücül olduğunu öğrenerek büyüdüler. Ebeveynleri onları mütemadiyen, kimseye güvenmemeleri hususunda uyardı. Otoriteyle itişmemeleri hususunda da… Dört bir yandaki kötücül özneleri ayıklayan, ayıklayamadığında bastıran, bastıramadığında tasnif ederek etkisizleştiren bir otorite var. Olmalı. Aksi halde dünya yaşanmaz bir yer olur.
Dolayısıyla, dünyaları basit. Sınıfı geçenler var, geçemeyenler var. İlk on bine girebilenler var, giremeyenler var. İlk on bine giremeyenler, girebilmiş olanlara itaat edecekler. Öyle yürüyecek her şey. Karar verildi, maç bitti netice tescil edildi, şimdi bir defa daha neyin müzakeresi! Herkes yerini bilsin. Onlar biliyorlar. İkinci on binde iseler mesela, itiraz etmeden, uslu uslu, ilk on bine girmiş olanlara saygı gösteriyorlar. Profesörlere tapıyorlar mesela. Bilim, profesörlerin söylediği şey onlara göre. Her şeyin tarifi de o kadar basit işte. Onlar biliyorlar. Kapitalizmi, ekosistemi filan da öyle, test sorusu kıvamında biliyorlar. Bilmeyi de o zannediyorlar.
***
Doğru dürüst hobileri yok. Merakları yok. Hayattaki biricik zevkleri, tescilli seçeneği bulmak, başkalarının bulmamasını ümit etmek, birkaç kişinin daha önüne geçmek. Önüne geçtiklerine nanik yapmak.
Başkalarına baktıklarında önlerine geçilecek insanlardan müteşekkil bir kuyruk görüyorlar. Birkaç kişinin daha, ha gayret! İnsanlar kendileriyle dertleşilecek, kendilerinden bir şeyler öğrenilecek varlıklar değiller onlar için, yarışılacak varlıklar. Dolayısıyla… Ebeveynlerinin sağladığı imkânlar sayesinde daha yarışın başında önlerine geçmiş oldukları yığınlar, hiç umurlarında değildi. Onlar kuyruğun görünmeyen kadar gerisindeydiler. Bütün odaklandıkları, bir soru fazla çözerlerse geçebilecekleri şu birkaç yüz kişi ile, bir soruyu cevaplayamazlarsa kendilerini geçebilecek olan öteki birkaç bin kişi idi.
Sonra…
Ebeveynlerinin sağladığı konforlu hayatta hiç de tehdit olmadıkları için umursanması hiç de gerekmeyen birileri ile güreşmek zorunda kalıyorlar. Altta kalıyorlar. Altta kalmak neyse ne de —nasılsa ebeveynleri gerekeni yapar, kaybı telafi ederler— bir de berbat ter kokuyor herif. Katlanılır gibi değil.
***
Tezgâhın başına gelecekler, “vicdan mı vicdansızlık mı, elbette vicdan”, “akıl mı akılsızlık mı, elbette akıl”, “bilim mi din mi, elbette bilim”, “eşitlik mi eşitsizlik mi, elbette eşitlik”, “çevreye saygı mı çevreyi tahrip mi, elbette çevreye saygı”… Gibi zannediyorlar dünyayı. Bütün seçenekler önlerindeymiş gibi davranıyorlar. Kendilerinden önce kimse tezgâhın başına gelip, en olgun, en lezzetli olanları seçip götürmemiş olmalı.
Öyle olmalı, çünkü dünya kötücül. Herkese yetecek kadar vicdan, akıl ve saire yok. Onlar alacaklar ve birileri mahrum kalacak. O mahrum kalmış olanlar da hadlerini bilecek.
Neticede, seçtiklerine karşı da herhangi bir sorumluluk duyguları yok. Öyle seçiyorsun, sahibi oluyorsun. Bilimi seçtin diye bir de bilimden anlamak gerekirse… Onunla başa mı çıkılır! Devlet müdafaa edilecekse en önce onlar. Sivillik müdafaa edilecekse en sivil de onlar.
Seçtiler ve kendileri gibi olmayanlara vicdansızlık kaldı, akılsızlık kaldı, din kaldı, seçmedikleri, seçilmeyecek olan ne varsa onlar kaldı. Diğerleri demek ki, vicdansızlar, akılsızlar filan. Öyledirler. Öyle olmalılar. Onlar öyle olmasalardı, bu dünya böyle mi olurdu, di mi ya!
***
Dünya nasıl? Mesela insanlar eskiye göre daha mı vahşi? Veya daha mı cahil? Veya daha mı sorumsuz? Veya daha mı eşitsiz?
Öyle olmalı. Neden? Çünkü herkes öyle olduğunu söylüyor. Zaten bir düzene koyan olmazsa, dünya biçimsiz bir yer olur. Eh dünyayı düzene koymak üzere onlara davet gelmediğine göre… Dünyayı düzene koyan da yok. O halde daha vahşi, daha cahil daha eşitsizdir dünya.
Filan…