Çoraklığın Bu Kadarı

Dün Medyascope’da dedim ki, bugünün medyan insanı, bir sokak kedisine kıyasla olağanüstü çeşitli karar problemleri ile karşı karşıya ve onların üstesinden gelmek için olağanüstü bir hacimde bilgi işliyor. Ve fakat bu hal, son derece yeni bir hal. Bundan yüz yıl öncesinin medyan insanının hayatı, karar verme yükü açısından bakıldığında, bizimkinden çok bir sokak kedisininkini andırıyordu.

Bir biyolojik türün, bu kadar kısa süre içinde bu çapta bir talep değişikliğine cevap verecek şekilde evrimleşmesini bekleyemeyiz. Olan şey, insan türünün fertlerinde zaten var olan bir potansiyelin kullanılmasından ibaret. Demek ki, yüz yıl önce de insanlar, en azından çoğu, bugünkü kadar karmaşık karar problemlerini çözebilecek donanıma sahip idiler ama o donanımı kullanamıyorlardı. Çünkü birileri onların yerine karar veriyor ve kararlarını dayatıyordu. Eşitsizlik denen şey esasen bu husustaydı ve ben o eşitsizliği fena halde önemsiyorum, az sonra geleceğim.

(İnsanoğlu çeşit çeşit. Hepsinin bilgiişlem kapasitesi de aynı değil elbette. Mesela Perinçek’in kapasitesinin son derece sınırlı olduğu görülüyor. ABD’ye bakınca mesela, kafasının içinde bir tek başka seçenek için yer kalıyor. Dünyayı ABD ve diğerleri diye bölmek zorunda kalıyor. Renk paleti de muhtemelen siyah ve diğerleri şeklindedir, kırmızıyı da, maviyi de, sarıyı da aynı isimle adlandırmak zorunda kalıyordur. Zavallı.)

Dünya o kadar sadeleştirilebilir bir dünya değil ve günümüzün ortalama bir insanı bile bunu kavrayabilecek, o karmaşıklık içinde navigate edebilecek, yolunu bulabilecek kapasiteye sahip. Ancak donanıma sahip olmak kâfi değil, o karmaşıklık hakkında verilere de ulaşabilir olmak gerekiyor. Medyascope’taki ilk programda da demiştim ki, memleketimdeki nadide mahlûkların karar vermek için bilgiye ihtiyaçları yok. Mesela Perinçek’in, mesela Erdoğan’ın, mesela Bahçeli’nin… İnsanın kafatasının içine sadece iki seçenek sığabiliyorsa, zaten veri için yer kalmıyor da olabilir.

Ama mesele mahut zevatla sınırlı değil. Kendilerini onlara muhalif gören ve kendi kendilerini demokratlık kadrolarına atayan, eşitsizliklerden filan fevkalade huzursuz olduklarına inanmamızı isteyen geniş bir kesimin de karar vermek için bilgiye ihtiyaçları yok.

E olmaz a, bize ne!

Mesele şu ki, memleketimin her şeye karar vermiş olanları, bizim veriye ulaşmamızdan da pek memnun olmuyorlar. Kendi kararlarımızı verme ihtimali onları fevkalade ürkütüyor.

Buradan, dün paylaştığım grafiklere gelebiliriz.

Bölük pörçük grafikler paylaştım sizlerle, bölük pörçük verilerin arasından derleyebildiğim, kendi içinde tamlığı olan veri setlerinden… Aha işte bin bir müşkülatla ulaşabildiğimiz o verilerin mesela ABD’de, mesela Britanya’da, Almanya’da, İtalya’da ve daha birçok yerdeki muadillerine kolaylıkla ulaşabiliyoruz. Kendi memleketimizdekilere ulaşamıyoruz. İşin tuhafı, bu bize hiç de tuhaf gelmiyor.

ABD’de mesela, sadece filanca yerde ekstra kaç kişinin hayatını kaybettiği ile sınırlı değil ulaşabileceğiniz veri. İlaveten onların kaçı erkek kaçı kadın, kaçı hangi yaş grubunda, kaçı siyah, kaçı Hispanik filan gibi verilere de ulaşabiliyorsunuz.

Kaçı işçi?

Mesela mezbahalar salgında en riskli çalışma ortamları imiş ve hep böyleymiş. Bu pandemi de istisna olmamış, Christakis’in kitabından öğrendim. Neden öyle olduğunu da öğrendim.

Bu tür veriler, sıradan insanın hayatını zenginleştirebilir ve daha bilimsel tutumlar geliştirmeye yardımcı olabilir. Eh, Perinçek, Bahçeli, Erdoğan filan gibilerinin bilimle alakaları yok. Biri sosyalist, öbürü Türk ve beriki Müslüman olduğundan, zaten otomatik olarak bilinmesi lazım gelen her şeyi bildiklerine inanıyorlar.

Ya onlara muhalif olduğunu söyleyen ve ikide bir “bilim de bilim” diyenler?

Onların da bilimi bir nevi din işte. Daha başlarda yazmıştım, “maskeyi siz takarsanız şu kadar korur, karşıdaki takarsa bu kadar” filan diye, hiçbir bilimsel mesnedi olmayan paylaşımları huzur içinde yaptılar. Sonra 20 Nisan skandalı patladı, meşum öngörülerde bulundular. Öngörüleri gerçekleşmedi ama imanlarında bir çizik bile oluşmadı. Üniversiteler kapanıp öğrenciler memleketlerine gidince kıyamet kehanetlerinde bulundular ve fakat, dün paylaştığım grafiklerden göründüğü kadarıyla öyle bir şey de olmamış.

Hatta 1 Haziran’da tedbirlerin zayıflatılması bile olumsuz bir etki yapmamış. İstanbul’da mesela Mart ortasında aniden yükselmeye başlayan ve Nisan’ın ilk haftasının sonunda zirve yapan can kayıpları oradan itibaren durulmaya başlamış, Eylül başına kadar da geçmiş verilerden tahmin edilebilecek bandın içinde seyretmiş. Eylül başına kadar… Haziran ortasında gerçekleşmesi beklenen patlama, ancak Ekim ayının son haftasında gerçekleşmiş.

İşçiler çalışmaya mecbur bırakıldıkları için ölüyormuş, bir iddia da bu. Öyle de görünmüyor. Bursa, Denizli gibi işçi şehirlerinde de beklenmeyecek kadar can kaybı yok ta Ekim’in son haftasına kadar. Ama mesela Kayseri’de, Malatya’da, Erzurum’da bir farklılık var. Oralarda hadise Ağustos başlarında patlayıp, Eylül’ün ilk haftasında zirve yapmış ve sonra da Ekim’in ortasında —yani İstanbul, İzmir, Bursa, Denizli gibi yerlerde patlamadan hemen önce— kabul edilebilir oranlara inmiş.

***

Dün gece öfkemden uyuyamadım ve düşünüp durdum, biz bu verileri niye bilemiyoruz diye… Kendilerini pek bilimsel muhalefet olarak görenler, anlaşılan o ki, bilimsel olduğu zannedilsin istedikleri öngörülerinin veriler tarafından desteklenmediğini görmüşler —iyimser bir tahminle. Ve bizimle paylaşmamışlar ki, hep bulanık bir ortamda, diken üstünde kalalım. Bize saygıları bu kadar. Kendi kararlarını yanlış bir dünya modeline göre vermişler, veriler modellerinin yanlış olduğunu kendilerine öğretememiş, biz öğrenirsek diye de ürkmüşler. Dediğim gibi, belirli bir akılları olduğunu varsayarak, iyimser bir tahminle yazıyorum bunları. Yoksa zaten kendileri bile merak etmemiş, öğrenmemiş de olabilirler yani.

İmdi…

Verileri derleyebilir ve bizi bilgilendirebilir olanlar bize bu kadarcık bir hizmeti çok görüyorlar. Sonra işler yolunda gitmeyince de, “aha işte bu ahaliyle bu kadar” filan diye sıyrılıyorlar işin içinden. Ahmaklar, ahlaksızlar, alçaklar. “Bunlar engerekler ve çıyanlar”…

Şimdi diyecekler ki, “iyi ama zaten biz tedbirler gevşetildiğinde çok insan öleceğini söylemiştik.” Ahmaklar ya, bizi ahmak yerine koymaktan da imtina etmiyorlar. 1 Haziran’da tedbirler gevşetilmiş, hadise beş ay sonra patlamış. Senin öngörülerine göre on beş gün, bilemedin bir ay içinde patlaması gerekiyordu, öyle olmamış. Umurunda olmayacak bu zevatın. Hiçbir vakit olmadı.

Şimdi ölüyoruz. Her gün yüzer yüzer, biner biner ölüyoruz. Sadece İstanbul’da her hafta, 1500 civarında ekstra hayat kaybı yaşanıyor. Ne olduğunu, neden olduğunu bilemiyoruz. Öğrenemeyeceğiz. Çünkü kimisi sosyalizm, kimisi Türklük, kimisi İslam ve kimisi de bilimcilik adına bize hükmetmekten başka hiçbir derdi, beklentisi olmayan bir tuhaf zümre, olan her ne olursa olsun, defalarca yanlışlanmış modellerini bize dayatmaktan vazgeçmeyecek, bizim bilmemizi imkânsızlaştırmak hususunda işbirliği yapmayı sürdürecekler.

Bunların hepsi birbirinin aynı. Hepsi budala, hepsi ahlaksız, hepsi cahil ve hepsi alçak. Ve işleri çığırından çıkarınca, hepsi bir ağızdan, bizleri suçlayacaklar. Hasbelkader bir diploma almış ve o diplomayı da sadece kendisini suçlananlardan olmaktan çıkarmak için talep etmiş bir kalabalık da, bu sefil zevatın yanına geçip, bize parmak sallayacaklar. “Maske takmadınız, sosyal mesafeye uymadınız, filancaya oy verdiniz, böyle oldu” diye…

***

Grafiklere dönersek…

Kafileler halinde ölüyoruz, öyle görünüyor. Kayseri, Malatya, Erzurum (ve sizinle paylaşmadığım Konya merkez) gibi yerlerdeki yaz ortasındaki aşırı ölümler, bir nebze açıklanabilir görünüyor —coğrafyayı ve sosyolojisini benden daha iyi bilenlerle konuşarak anlayabildiğim kadarıyla. İlk anda aklıma Ayasofya’nın açılışının bir etken olabileceği gelmişti, hani Temmuz sonunda Ayasofya’nın ibadete açılması için İstanbul’a gelmiş olanların memleketlerine taşıdıkları virüs Ağustos ortasında yayılmışsa gibilerden. Belki de bir nebze payı olabilir ama esasen Kurban Bayramı ve Almancılar daha müessir olmuş olabilirler.

Mesele şu ki, o ani can kaybı patlaması, zaman içinde durulmuş. Eğer tedbirli olmadan, tedbirli davranmadan durulmuyorsa, demek ki, memleketimin insanı pekâlâ tedbirli davranmış. Yok, eğer memleketimin insanı tedbirsiz davranmayı sürdürdüyse, demek ki can kayıplarının sayısal gerilemesi için tedbir şart da değilmiş. Bilemedim.

Esas meselemiz, sözünü ettiğimiz coğrafyada da hissedilse de, esasen İstanbul, İzmir, Bursa, Denizli gibi illerde ölüm grafiklerinin şaha kalkması. Neden oldu? Neden Ekim sonunda başladı? Nereye kadar gidecek?

Bütün bunlar yakıcı sorular. Ama ben yine ısrarla kendi sorularımı soracağım. Her biri kendince kendisini bize vasi tayin etmiş, manasız modellerine ve ezberlerine iman etmiş olan bu zibidilerle biz nereye kadar hayatta kalabiliriz? Bu pandemiyi de az veya çok hasarlar atlatırız da, bu zibidileri sırtımızda taşımayı daha nereye kadar sürdürebiliriz? Memlekette bir tane bile bize güvenen bir kurum, mesela bir belediye, bir Ticaret Odası, bir üniversite de çıkmaz mı? Bu nasıl bir çoraklıktır? Bu nasıl bir imkânsızlıktır?

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin