Daha İyi Bir Dünya İçin
Dün yazıyı bitirirken “Bırakın dağınık kalsın kardeşim. Dünyayı düzeltivermeye kalkmayın, onun yerine Sümerlerden daha uzun ve sağlıklı yaşadığınız, çocuklarınız manasız hastalıklar yüzünden ölüvermediği, romanlar yazıp okuyacak kadar boş zamanınız olduğu için ‘mutlu olun’.” paragrafını, son anda —yazının bütünlüğünü bozmayı göze alarak— koydum. Hınzırlıktan… Sazanların “işte aramızdaki fark bu, biz başkalarının derdiyle dertliyiz, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz, dünyayı daha iyi yapmadan mutlu olamayız” diye geçsin içlerinden istedim. Bu yazıya altlık yapmak için ekledim o paragrafı.
Daha iyi bir dünyanın mümkün olduğundan, kendi hesabıma şüphem yok. Ancak çöplüklerde “aydınlanıp”, başkalarının —mesela— tüketim kararlarını aşağılamakla, yargılamakla erişilebilir bir “daha iyi dünya” yok, derdim bu. O son paragrafı çıkarırsanız, dünkü yazı, daha iyi bir dünya istemekle hesaplaşan bir yazı değil, daha iyi bir dünyaya nasıl ulaşılabileceği konusundaki varsayımlarla hesaplaşan bir yazı. “Mevcut dünya kötü, kötülük şundan ve bundan kaynaklanıyor, onları maharetle, omurgaya zarar vermeden çıkarırsak, daha iyi bir dünyaya ulaşabiliriz” zannıyla…
En başta —hep yaptığım gibi— bütün Platonik referanslara itirazım var. Öyle “doktorlar amelelere âşık olabilseler” filan türünden…
Bir defa, nadiren de olsa, doktorlar amelelere âşık olabiliyor, bir mani yok. Âşık olmadan sevişmek de kabil. Ayriyeten, “ameleler neden var, olmalı mı” diye sormak, “doktorlar neden amelelere âşık olamıyor ki” diye sormaktan çok daha makul. Yine de “doktorlar amelelere neden âşık olmasın ki” sorusunu soranın maksadını anlayabiliyoruz, eşitlik istiyor. Ben de eşitlik isteyen birinin, “Sümerlerden daha mı mutlusunuz” diye sormasındaki garabete işaret ediyorum. Biz Sümerlerden daha eşitiz. (Demek ki aynı mantıkla —ve eğer Sümerler de en az bizim kadar mutlu idiyseler— eşitliğin mutluluk getirmediğini çıkarsamasını yapmak pekâlâ mümkün.)
Ben de eşitlik istiyorum, ister inanın, ister inanmayın.
Ama nasıl sağlayacağız eşitliği, eğer Demirtaş’ın mühendis Ahmet’inin kafasındaysak? Diyelim beş kadın ve beş erkekten müteşekkil bir mikro topluluğuz, beş kadının beşi de Demirtaş’a âşıksa mesela? Aralarında bana âşık olan kimse yoksa? Nasıl sağlayacağız eşitliği? Kadınlar arasındaki eşitliği sağlasak, hepsi muradına erse ve Demirtaş’ın haremine girseler, ben mağdur olacağım. Erkekler arasında eşitliği sağlasak, Demirtaş’a âşık kadınların dördü mağdur olacak. Eşitliği bu düzlemde aramak nasıl bir akıl?
“Canım edebiyat bu, eşitliği elbette orada aramıyoruz” diyeceksek… Nerede arıyoruz? Nerede aramalıyız? Mesela “herkes kendisi hakkındaki kararları versin, benim kararlarımı ben vereyim, eşitlik bu düzlemde gerçekleşsin” diyecek olursak… Ki ben böyle diyorum. Verdiğimiz kararların doğruluğu/yanlışlığı, uygunluğu/uygunsuzluğu neticesi olarak meydana gelecek olan iktisadi farklar ve statü farkları ne olacak? Ben onları umursamıyorum. “Hah işte, senin umursamadığını biz umursuyoruz” denebilir ama durun bir dakika, mütekabiliyet var. Eşitlik isteyenler de benim önemsediğim düzlemi önemsemiyorlar. Benim hakkımda değilse bile pek çok başkası hakkındaki kararın, kendi akıllarına göre verilmesini talep ediyorlar.
Nereden biliyorum?
Mühendis Ahmet çöp tepelerinin birine çıkıp, bizim süfli ve sefil tercihlerimizin atıklarına bakıp… Yargılar beyan ediyor. Sana ne kardeşim kadının birinin pembe külotundan! Belki de o pembe külot sayesinde, bir anlığına, bir geceliğine, Sümerlerden daha mutlu oldu o kadın. Sana ne!
Benim “daha iyi bir dünya”mın birinci mottosu bu: “Sana ne! Üstüne vazife olmayan şeye karışma!” Üstüne vazife olmayan ne? Başkalarının kararları, tercihleri. Başka herkes senden farklı. Senin de ifade ettiğin gibi, onlar çöplüğü görmediler. Ama sen de mesela İndus Vadisinde yaşamadın, koku arkeolojisi yapılan bir firmada, sana uygun görülen bir üniformayla ofisboyluk yapmadın. Onların bildiğini de sen bilmiyorsun.
Gelelim mevzuun ikinci boyutuna…
Çöplüğe değil de kanalizasyona gidip, oradan konuşsaydık, bu mantıkla, “ulan ne çok sıçıyorsunuz, ne demeye bu kadar yiyorsunuz” da diyebilirdik. Evet, sıçıyoruz, çünkü yiyoruz. Sıçmamak için yemezsek… Ölürüz.
Yani?
Süreçlerin hiçbir olumsuz çıktısı olmayacak biçimde tanzim edilmesi, olsa olsa Platon zavallısının idealar âleminde mümkün olur. Biz fanilerin dünyasında bütün süreçlerin hem olumlu, hem de olumsuz çıktıları olur. Sümerlerin, İnkaların akıldışı sosyal mimarilerinde bile, olumlu çıktılar olumsuz çıktılardan daha büyüktü. Bugün biz, çöplükleri dolduran olağanüstü miktarda atık üreterek, Sümerlerin hayal bile edemeyeceği olumlu/olumsuz çıktı oranına erişmiş durumdayız. Yarın daha iyisini yapacağız ama yine de olumsuz çıktılar olacak. O olumsuz çıktılara bakıp kederlenmek… Ne bileyim… Pek mühendisçe bile değil, sadece Platonik.
Demek ki ikinci mottomuz, “mevzuun sadece negatif tarafına bakma, olabildiği kadar bütünlüklü bak”. Ve elbette bir alt madde olarak “Platon’a itibar etme.”
Ve üçüncü boyut…
Bir yandan koku arkeolojisi, öte yandan muhtar yardımcılığı gibi zırvalıklar imal ediyorsak, otuz, kırk yıl önce başlamış bir akıldışılık vites büyüterek bu safhaya ulaşmışsa, mevcut sistem iflas etmiş demektir. Çökecektir. Eli kulağındadır. Ona müdahale etmek haktır. Mesele, o müdahalenin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağı, kimlerin yapacağı. Benim iddiam odur ki, bugüne kadarki müdahaleleri yapanlar ile kıyaslandığında benzersiz sayılabilecek kadar geniş kitlelerin o müdahalede payı olacağı. Tercihim de odur ki, öyle olmalı. Olabildiği ölçüde geniş kesimlerin katılımı sağlanmalı bu sürece. Öyle “Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Akşener, Demirtaş oy alacaklar, tasarımı onlar yapacaklar, kitleler de katılmış olacak” şeklinde değil. Doğrudan piyasayı hâkim kılarak gerçekleştirilmeli bu “devrim”.
Yani?
Gayrı iktisadi olan koku arkeolojisi işlerinin de muhtar yardımcılığı işlerinin de iktisadi bir netice doğuramaması, bu işleri yapanların gelir elde edememesi yoluyla yapılmalı. Üç, beş “çok “akıllı”nın, çöplüklerde —veya başka yerlerde— gördükleri manzaradan yaptıkları çıkarımlarla başkalarının kararlarını manipüle etmesiyle değil.
Demiştim ki, eşitlik karar verme düzleminde olmalı. Şimdi de teyiden diyorum ki, üçüncü motto olarak, “hepimizi ilgilendiren kararlar, olabildiği kadar çoğumuzun katıldığı piyasa marifetiyle verilmeli.” Zurna da tam burada zırtlıyor işte, birileri, okudukları kitaplara, gezdikleri çöplüklere, o süreçlerde yaşadıkları aydınlanmalara, kendilerine tefekkür gibi göründüğü anlaşılan zihinsel faaliyetlere yaslanarak, piyasanın yerini almak istiyorlar. Bizim meselelerimiz piyasa yüzünden ortaya çıkmıyor, piyasa işlevsizleştirildiği için ortaya çıkıyor. Ağırlıklı olarak devletler yüzünden… Kalanları da merkezileşmiş odaklar yüzünden… Mesela Siyasi Partiler yüzünden. Siyasi Partilerin merkezileşmiş mimarisi yüzünden.
Merkezileşmiş dediğimiz şey, mesela devlet, esasen zaman içinde giderek daha az merkezi bir şey halini aldı. Bugünkü meselemiz, bir süredir, olması gerektiği kadar dağıtıklaşamamış olmasından kaynaklanıyor. Bir vakitler Siyasi Partilerde merkezileşme elzem olabilir, dönemin teknolojisi icabı. Ama zamanla daha dağıtıklaşmadılar, problem buradan kaynaklanıyor. Teknolojimizdeki gelişmeye ve aşağıdan gelen basınca uygun bir örgütlenmeye geçilemedi.
Demek ki, “daha iyi bir dünya” için üçüncü mottomuz, “merkezileşmeye hayır, mümkün olduğu kadar dağıtık, piyasa mantığıyla örgütlenmiş bir mimari.”
Özetleyecek olursak, piyasaya hücum ederek, hedefe piyasayı yerleştirerek, benim anladığım manada bir eşitlik tesis edilemez —ve ben zaten piyasayı hedefe yerleştirenlerin eşitlik talep ettiklerine inanmıyorum, “başkalarına” dağıtılacak olanı tayin etme gücüne sahip olma hevesine sahip olduklarını düşünüyorum. Devleti/devletleri geriletmeden, yığınları oyuna katmadan daha iyi bir dünya inşa edilemeyeceğine inanıyorum. Yığınları oyuna katmak, onları “oldukları gibi kabul etmek” demek. Hiç kimse kusursuz değil, hiç kimseden ve hiçbir süreçten kusursuzluk talep etmemek, “daha iyi bir dünya” için önkoşuldur diye düşünüyorum. Elbette benim de kafamda her şeyi yerli yerine oturmuş bir “muhayyel dünya” var. Onları kafada kurmak çok kolay çünkü, ben bile yapabilirim. Mesele, dünyanın o kafadaki muhayyel dünyaya uymadığı yerlere bakıp Sümerler, İnkalar nostaljilerine düşmemek.
Başa dönüp bitireyim.
“Biz her şeyi oluruna bırakıp mutlu olamayız, daha iyi bir dünya istiyoruz, çünkü biz iyiyiz” deyip durmalar yeni moda oldu. Bugünün muhalefeti iktidarda iken, yani geçen asırda, gerek iktidarın elitleri ve gerekse “solcular”, meşruiyetlerini “akıllı” olmalarına yaslıyorlardı. Şimdilerde aldı aklın yerini gönül. Buradan dördüncü mottoya geçelim: “Herkes iyi kardeşim, akıllı olun.”
“Akıllı olmak” dedimse “benim aklıma uyun” diyor değilim. Ama ettiğiniz laf biraz zihinsel çaba ihtiva etsin, kendi içinde bir tutarlık kaygısı hissettiğiniz intibaı oluştursun. Hem en eşitlikçi siz olacaksınız hem yığınları küçümseyeceksiniz, hem yepyeni ve çok daha iyi dünyalardan söz edeceksiniz hem Sümerleri mukayese olarak önümüze koyacaksınız… Ve ilh…