Demokrasi İsteyenler, İstemeyenler
Anlaşılan o ki, Türkiye diye bir ülke varmış. O ülkede “demokrasi berbat bir şey” diyen insanlar siyasi iktidarı yirmi yıl kadar önce ele geçirmişler. Ancak nedense mütemadiyen seçim yapıp duruyorlarmış. Derken “ille de demokrasi, demokrasi olmazsa olmaz” diyenlerin canına tak etmiş, farklı partilere mensup olsalar da, farklı yönelimlere sahip olsalar da bir araya gelmişler.
Ve…
Bir defa daha yenilmişler.
Hikâyenin daha teferruatlı versiyonu daha renkli. Demokrasiyi fena halde talep edenler ülkede fevkalade dağınıklarmış. On yıl kadar önce ana muhalefet partisinin başına geçmiş temiz ve iyi bir demokrat, on yıl boyunca ağır ağır taşları döşemiş ve muazzam fedakârlıklarla o dağınık kesimleri —artık bir “demokrat dede” olduğu yaşlarda, nihayet— bir tek şemsiye altında birleştirmiş.
Ama olmamış işte.
Çünkü toplumun yüzde 52’si demokrasi talep etmiyormuş. Ne yapılsınmış, ne yapsınmış dede!
Murat Sevinç’in Diken’deki yazısı yukarıda özetlediğim türden bir masal anlatmıyor —gibi görünüyor. Muhalif siyasi aktörlere eleştiri yöneltiyor gibi görünüyor. Sevinç’i çok mühim bulduğumdan filan zikretmiyorum. Ama yukarıda özetlediğim masala onun yazısından bir ışık tutmak işleri kolaylaştıracak.
Mevzu muhalefetin milli iradeciliği imiş. Neymiş milli iradecilik? Bayar’ın CHP’ye karşı geliştirdiği, “mademki seçimi kazandık, her şeye hakkımız olmalı” türü, bağımsız kurumları dışlayan tutummuş. Ama bir yandan da, siyaseti seçim öncesi “kampanya” ile sınırlayan, siyaset yapmayı siyasi elitlerin profesyonel faaliyetlerine indirgeyen anlayışmış —Sevinç bu terimleri kullanmıyor, ifadeler benim. Sevinç’in milli iradecilikten hangisini anladığı muğlâk, kasten muğlâk bırakılmış, çünkü muğlâklığa ihtiyacı var. Normal şartlarda yazıya bakıp bir “kafa karışıklığı” teşhisi koyabilirdik. Ama şartlar normal değil ve biz şahit olduğumuz şeyin “solcu kafası berraklığı” olduğunu çoktan öğrendik. “Solcu kafası” lafını kullanmak istemezdim ama “milli iradeciliğin kendisiyle temas eden her hareketi sağcılaştırma potansiyeli”ne değinilmiş, dolayısıyla ben de “karşıdaki”nin koordinatını kendimce belirleme hakkına sahip olduğumu düşündüm.
Mevzuu özetlemeye çalışayım. Siyaset seçim öncesine sıkıştırılabilecek bir faaliyet değildir. Siyasi elitlerin kendi aralarında oynadığı, bizim seyrettiğimiz, arada bir lütfettiklerinde kendilerine not vermek üzere sandığa gittiğimiz bir faaliyet hiç değildir. Siyaset, bir toplumun kendisini dönüştürmesi sürecidir. Mevcut iktisadi ve teknolojik şartlar/sınırlar yüzünden mecburen bir rol dağılımına, işbölümüne ihtiyaç duyulması, siyasi rollerin/işlerin fabrikalardaki gibi birbirini dışlayan (mutually exclusive) bir biçimde örgütlenebilir olduğu manasına gelmez. Medyanın, akademinin, siyasi partilerin, odaların ve diğer sivil kuruluşların aralarında yoğun bir geçirgenlik, etkileşim vardır, olması gerekir.
Esasen siyasetin belirleyeninin “sokak” olması icap eder. Her ferdin istediği zaman, istediği şartlarda girebileceği ve çıkabileceği, istediğinde “üretici”, istediğinde “tüketici” olabileceği bir alan olması gerekir siyasetin. Sevinç’in iddiasına göre “milli iradecilik”, siyaseti seçime indirgeyerek ve sıradan insanı seçim dışında siyasi faaliyetlerden dışlayarak… Filan. Milli iradecilik oysa, anlaşılmış olmalı ki, ben de karşısındayım.
Ama mevzu öyle değil.
Sevinç’in anlattığı tarihi perspektifte, milli iradeciliğin şampiyonluğunu yapmış olan her özne —DP’den AP’ye, oradan ANAP’a ve nihayet AKP’ye kadar— sıradan insanı “kurumsal insan” karşısında güçlendirme iddiası oldu. Bu mal hep sattı, çünkü memlekette “kurumsal insan”, mensup olduğu kurumlara mensubiyeti üzerinden hep imtiyaz devşirdi. Kurumsallaştıklarında, birer kurum olarak DP de, AP de, ANAP da ve nihayet AKP de diğer “kurumlara” benzedi, kendi kurumsal insanını yarattı. Ama ne DP’ye, ne AP’ye, ne ANAP’a ve ne de AKP’ye buradan yüklenilmedi. TSK’yı, bağımsız olduğu iddia edilen yargıyı, bağımsız olduğu iddia edilen Merkez Bankasını, işçi haklarını müdafaa etiği iddia edilen sendikaları, mimarların sesini temsil ettiği iddia edilen Mimarlar Odasını, Tabipler Odasını, akademiyi ve saireyi müdafaa hattından konuşuldu.
Şimdi başa döneyim.
14 Mayıs öncesinde, en başta özetlediğim türden bir hadise vuku bulmadı. Yani demokratikleşme talep eden bir “muhalefet” bloğuna karşı “demokrasi istemeyiz” diyen bir kalabalığın mücadelesini izlemedik. Öyle bir müsabakanın tarafları değildik. Sevinç gibilere, “siyaset seçimden ibaret değildir” derken laf arasında bize “kurumlar” kazıklamasını “akıllıca” bulan bir fırsatçılar güruhuna karşı, “sizin yerinize Erdoğan’ı tercih ederiz” diyen bir güruhun kapışmasının tarafı olduk.
Öğrendiğim kadarıyla DP’ye, yaşadığım kadarıyla da AP’ye, ANAP’a, AKP’ye hep mesafeli oldum. Çünkü kendilerine oy verenleri dolandırdılar. Buna rağmen kazanmayı sürdürdüler, çünkü karşılarında hep “kurumsal insanlar” vardı. Sıradan insanlar, “biz sizi güçlendireceğiz” deyip yalan söyleyenler ile “güç sizin neyinize, kararları bizim vermemiz doğrusudur” diyenler arasında tercih yapmak zorunda kaldılar hep.
Demem o ki, ağır bir yenilginin ardından “ah ama biz demokrasiyi nasıl istiyorduk, istemeyen 52’ye takıldık” teraneleriyle kendinizi avutmak, yaralarınızı sarmak istiyorsanız siz bilirsiniz. Ama ne siz demokrasi istiyor idiniz, ne de karşınızda blok halinde “demokrasi istemezük” diyen bir kitle vardı. Birinin size bunu söylemesi lazımdı —o “biri” ben olmasam hoşuma giderdi. O 52 hakkında böyle abuk sabuk varsayımlarla sahaya çıkıp yenilgilere doymadınız. O varsayımları gözden geçirmeden yola devam ederseniz, aynı masalı kendinize tekrar anlatmak zorunda kalacaksınız.
Kurumlar önemlidir ve kurumlara ihtiyacımız var. Ancak toplumun nüfuz edemeyeceği, yalıtılmış kurumlara değil. Sahiden mimarların ve mimarlığın dertleriyle dertlenen bir Mimarlar Odasına ihtiyacımız var mesela. Pandemi sırasında TÜİK ölüm istatistiklerini yayınlamamaya başladığında, o istatistikleri dert edip fazladan ölümlerin izini süren bir Tabipler Odası pek iyi olurdu mesela. Tercüme yapıp aktarmakla kifayet eden, sonra da telif sahibi olanların kendi ülkelerindeki imtiyazların aynını Türkiye’de talep eden akademinin yerine memleketin dertlerine ışık tutan bir akademiye ihtiyacımız olduğu aşikâr. Sözünü ettiğim türden bütün “işler”, siyasidir, politiktir. Ama yapılmadı, yapılmıyor. Onun yerine… İşte gördüğünüz, “AKP geldi her şey altüst oldu, bağımsız kurumlar lazım” gevezelikleri yapılıyor, partilerin yapması gereken işler yapılıyor. Zamanında partilerin yapması gerekeni TSK’nın yapması gibi…
Erdoğan kurumları imha etti. Yerlerine işleyen kurumlar kuramadı. Zaten öyle bir derdi de yok. Derdi olsa, kapasitesi yok. Kurumlar önemli ve lazım. Ama Murat Sevinç akıllarıyla, Aydınlanma aklıyla, toplumu dizayn edecek kurumlar değil lazım olan. Sosyal dinamikleri algılayabilen, analiz edebilen, bilgiyi üreten/örgütleyen, toplumun önüne seçenekler koyabilen kurumlara ihtiyacımız var. Ve bizim hiçbir vakit öyle kurumlarımız olmadı. Şimdi “kurumlar da kurumlar” diyenlerin öyle kurumlar hayal edebilecek kapasiteleri bile yok.
Uzatmayayım. Demokrasi aşkıyla yanıp tutuşmuş bir muhalefete karşı “asla demokrasiye geçit vermeyiz” diye gövdesini siper etmiş bir kitle yok. Erdoğan’a oy vermiş olanların —aralarındaki yüzde 8-10’luk kesimi dışarıda tutarsak— demokrasi talebi, muhtemelen Kılıçdaroğlu’na oy vermiş olanların talebinden daha sahici, daha yüksek. Ama önlerinde sahici bir demokrasi seçeneği yok.
Sadece muhalif siyasi aktörler değil, esasen muhalefet adına söz söyleyen —ve söylediği söz de “biz demokrasi istiyoruz ama seçmenin yüzde 52’sinin demokrasi talebi yok”tan ibaret olan— zibidiler, kendilerinin demokrasi talebi olmadığını pekâlâ biliyorlar. Erdoğan’a oy verenler hakkında ne kadar bilgi sahibiler, meçhul. Ama bilgi sahibi olmadıkları kesimleri kendi beceriksizliklerinin bahanesi olarak göstermek işlerine geliyor. Sadece beceriksizliklerini açıklamakla da kalmıyorlar, bir de ahlaki üstünlük çıkarmış oluyorlar.
Bir kuzudan ne çok post.