Erdem Sinyallemesi

Yıldıray Oğur, Karar’da, sığınmacılar hakkındaki gündeme katılmış.
Sığınmacılar mevzuunda diyeceklerimi dedim, bir defa daha özetleyeyim —herhalde son defa olmayacak. Demografiyi hesaba katmadan bu tür mevzular hakkında konuşmak, bence, büsbütün manasız bir iştir. İnsanlık tarihini yazan en belirleyici faktör demografi ve değişimidir. Ahlak, erdem, fikirler ve hatta ekonomi “sonradan” gelir. Bunu bugün ve mahut mevzu ile alakalı olarak söylemiyorum. Türkiye’nin Kürt meselesini kanırtan şeyin de demografi, özellikle de Kürt ve Kürt olmayan nüfus arasındaki çoğalma makası olduğunu düşündüğümü yıllardır söyleye geliyorum.
İmdi…
Memleketin Kürt olmayan ve sığınmacı olmayan nüfusuna mensubum. Kürtlerin benim mensup olduğum kesimden daha hızlı çoğalması ve sığınmacıların benim de yaşadığım ülkeye sığınmak zorunda kalması, bir birey olarak beni rahatsız etmez. “Beni” rahatsız etmiyor. Yeni bir dünya kurulur/kuruluyor. O dünyada kendime bir yer bulamayacaksam, “yerimin tasasına düşmem” zaten manasız geliyor bana. Ama herkesin benim gibi olmadığını biliyorum. Herkesin benim gibi olmama hakkının, en az Kürtlerin hakları ve sığınmacıların hakları kadar kayda değer olduğunu da kabul ediyorum. Nokta.
Esas mesele şurada: Bu ülkede demografi, mesela Balkan muhacirleri geldiğinde de, Ermeniler —ve diğer gayrimüslim nüfus— kırıldığında da sayısız taşı yerinden oynattı. Gerilimler yükseldi. Arızalar çıktı. Yaşandı ve bir biçimde “çözüme” kavuştu/ruldu. Bu hadiseler de benzer seyri izliyor/izleyecek. Artık her nasıl bir şey olacaksa, “bir çözüme” kavuşacak. Dolayısıyla bütün bu koparılan kıyameti (a) sanki böyle bir hadise ilk defa oluyormuş gibi, (b) sanki bu hadiseler memleketin çivisini çıkaracakmış gibi ve (c) sanki bu hadiseler hiçbir sıkıntı, itiraz olmadan yaşanabilirmiş de becerilemiyormuş gibi tartışmanın bir faydası yok.
Sahiden yok mu?
Birilerine faydası var anlaşılan. Yıldıray Oğur’un yazısının esas o yanını önemli buldum.
Sinyalleme (signalling) bir evrimsel biyoloji terimi. Canlıların muhtelif özelliklerinin ve davranışlarının —bilhassa eş bulma konusundaki tercihlerini belirleyecek biçimde— şekillenmesini anlama sürecinde geliştirilen bir teorinin adı. Yaygın kullanılan misaller erkek tavus kuşunun kuyruğu ve erkek geyiklerin boynuzları. Her ikisi de son derece gösterişli şeyler ve onlara sahip olan bireyler için de son derece maliyetliler. Gösterişli bir boynuz, ormanda bir avcıdan kaçarken, geyiğin başına dert olabilir mesela. Yine de var. Çünkü geyiğin bu yüksek bedeli ödeyebilecek vasıflara sahip olduğunun nişanesi. Dolayısıyla dişi geyiklere eş seçme konusunda bir işaret oluyor.
Hal buysa, kocaman bir boynuzu taşıyan bir erkek geyik, karşılığını daha iyi bir eş bularak elde ediyor. Tersinden söylersek, iyi bir eş bulmanın maliyetine katlanan, talep ettiğini elde ediyor. Adil görünüyor.
İnsan türü için de benzer dinamikler geçerli /idi. Daha varlıklı, daha güçlü bir erkek iseniz, kadınların sizi tercih etme ihtimali yükseliyor, dolayısıyla daha çok seçenek içinden tercih yapma şansınız artıyor. O seçenekler arasındaki en güzel kadın iseniz… Filan.
Erkeğin gücü kavramı, konjonktüre göre değişti/değişiyor. Teferruatına girmeyeyim, mesela bürokratik hiyerarşide daha üst basamaklarda iseniz, başkalarının size saygı duymasını sağlayacak herhangi bir şeye sahipseniz, tercih edilme ihtimaliniz de artıyor.
Anlaşılan o ki, insanlığın çok eski dönemlerinden beri, sahip olduğunuz vasıflar kadar, onu “göstermek” de ehemmiyet taşımış. Neticede, sadece bir ulaşım aracı olması “beklenen”, bazılarınca öyle olması “rasyonel bulunan” otomobil, esasen, ağırlıklı olarak bir sinyalleme aracı. Sinyalleme kavramını devre dışı bıraksak, otomobil endüstrisi tamamen çöker. Mücevher sektörü de… Kimse Rolex saat kullanmaz. Ve saire…
Bir Skoda değil de bir BMW sahibi olmak, bir şeye işaret ediyor. Daha büyük bir pırlanta veya daha çok pırlantayla yüklü bir kolye satın alabilir olmak da… Homo-economicus varsayımı ile bakıldığında asla anlaşılamayacak tercihler bunlar. Ama varlar. Hep vardılar. Görünen gelecekte de var olacak gibi görünüyorlar. Bizim, her birimizin, karnımızın doyması, bir barınağa sahip olmamız filan gibi ihtiyaçlarımız kadar hayati ve insani bir başka ihtiyacımız var gibi görünüyor. İtibar talep ediyoruz.
Talep ettiğimiz itibara sahip olmak için bir BMW satın alıyorsak… Bir bedel ödüyoruz. Geyiğin boynuzları gibi bir şey yani. Öyle bakınca, adil görünüyor. (Bırakın bir BMW’yi, bir bisiklete bile sahip olmayan biri olarak söylüyorum bunu, işaret etmiş olayım.)
Mesele şu ki, giderek artan bir ivmeyle, herhangi bir bedel ödemeden, bir bedel ödemeyi göze almadan itibar talep edilen —ve kazanılan— bir dönemde yaşıyoruz. İtibar kazanmanın enstrümanları, insanlık tarihi boyunca çeşitlendi. Mesela Harvard mezunu olmak diye bir seçenek yoktu. Öyle bir seçenek ortaya çıktıktan, yani Harvard mezunu olmak muteber bir şey olduktan sonra, herkes Harvard’ın kapısına yığıldı. Pek azı o kapıdan içeri girebildi. Dolayısıyla Harvard mezunu olmanın kıymeti arttı. Artan kıymete paralel olarak Harvard mezunu olmanın sağladığı itibar da büyüdü.
Adil görünüyor/du. Harvard’a girebilmek ve mezun olabilmek için kıyasıya bir rekabet var, o rekabette rakiplerini alt edenler, rakiplerinin “üstünde” olmayı da hak ediyorlar. Filan.
Sonra…
Harvard mezunları, sahip oldukları itibarla, “her şeyi” talep etmeye başladılar. BMW’leri de onlar satın aldılar, FED’in başına da onlar geçtiler. Daha mühimi, kendi çocuklarını Harvard’a da onlar soktular. İp orada koptu. Artık Harvard’a girebilmek için sizin yarışmanız ve başkalarını geçmeniz gerekmiyor, babalarınız sizin yerinize yarışıyor ve siz kazanıyor veya kaybediyorsunuz. Kazananlardan iseniz, BMW koltuklarına da siz oturuyor, FED’in başına da siz geçiyorsunuz.
Dünyayı ırgalıyor olan şey bu. Dünyanın dört bir tarafında, bedavaya kazanılan itibara sahip olan sayısız insan, sahip oldukları itibarı kendileri ve kendi soyları için ebedi kılmaya kararlı olarak, mütemadiyen yeni kavramlar, yeni klasmanlar icat ederek, geriden gelip onları yakalamaya çalışanları oyunun dışında tutmaya çalışıyorlar.
Yani?
Bir yandan Harvard mezunu ol(a)mayanları “aşağılamayı”, onları kendilerinden uzak tutmayı biricik dert haline getirmiş olanlar, bir yandan da zenci hakları, kadın hakları filan gibi kavramları gündeme taşıdılar ve “çaresizleri kendilerinin düşündüğü”, “en çok onların düşündüğü” masalını yaydılar. Sonra “aşağıdakiler” de benzer “sinyaller” yayınca ekolojik dengeyi en çok onlar düşündüler. Sonra… Liste uzar. Ve bitecek gibi de görünmüyor. Ne zencilerle aynı masada oturmaya teşneler, ne kadınlara eşit ücret ödüyorlar, ne uçak yolculuklarından vazgeçiyorlar. Sadece konuşuyorlar. Sadece konuşarak, “bak ben ne kadar düşünceliyim” diyerek, bu sinyali yayarak itibar devşirmeye tiryaki oldular.
Sadece konuşmadıkları, bir de eyleme geçmeye karar verdikleri zaman durum daha vahim oldu. Adalardaki atların haklarını korumak için gösteri yaptıklarında, atlar kasaba gittiler. Caretta Carettaları korumaya karar verdiklerinde, yavruları balıklara yem ettiler. Yanan orman alanlarını korumaya karar verdiklerinde manasız fidanlar dikip fidanları heder ettiler. Sıradan insanları ev sahibi yapma iddiasıyla faizleri düşürdüler, ekonomiyi tarumar ettiler. Bağımlılıkla mücadele etmeye karar verdiler, devasa bir kara ekonomiye ebelik ettiler.
“Erdem sinyallemesi” (virtue signalling) lafını ırkçı, göçmen karşıtı birinin icat etmiş olması, insanlık olarak son derece kıyıcı bir “erdem sinyallemesi” problemiyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bedavaya veya son derece düşük bir maliyetle itibar kazanılabiliyor olması, kendi başına bir problem olmayabilir/di, bilemem. Bildiğim ve itiraz ede geldiğim husus, son derece ucuza elde edilmiş olan itibarın, esasen ve sadece, başkalarını aşağılamak, kendisinin kalabalıkların “üstünde” olan pozisyonunu korumak için talep ediliyor olması. İtibarı kazanmanın değil, başkalarını itibarsızlaştırmanın esas oyun halini alması. “Carette Carettaları ben düşünüyorum” demek, “sen düşünmüyorsun” demekten başka. Çocuğuna süt alıp alamayacağı belli olmayan adama “Caretta Carettaları bile düşünmüyorsun” demekten, böylelikle kendi pozisyonunu korumaya çalışmaktan başka hiçbir tatmin aracı kalmamış, ama sorduğunda “çocuğuna süt almaya gücü yetmeyen insanı bile en çok onun düşündüğünü” söyleyen bir vasıfsız, çabasız, ahlaksız sınıf zuhur etti.
Bitirmeden şu “homo-economicus”a dönelim. Derdi gücü itibar olan, hiç bedel ödemeden elde ettiği itibarı korumaktan başka bir kaygısı olmayan zibidiler, çocuğuna süt götürüp götüremeyeceğini bilemeyen adama, “senin çocuğunun sütünü ben halledeceğim, sen de benim itibarıma göz koyma” diyorlar esasen. Yani diyorlar ki “homo-economicus” gibi davran. “Sen ancak onu talep edebilirsin, ancak o kadarını hak edebilirsin, fazlası benim hakkım”.
Tekraren söyleyeyim, eğer o adamın çocuğuna süt sağlama işini, Caretta Caretta yavrularının kurtarılmasını, ekosistemin dengesini korumayı filan becerebiliyor olsalar, o vakit diyebilirdik ki, “ama hak ediyorlar”. Talip oldukları işleri de beceremiyorlar —ki çoğu zaten becerilemez ve iyi ki becerilemez. İşleri beceremediklerinde, dönüp, “Caretta Carettalar senin yüzünden ölüyor” diye, çocuğuna süt götüremeyen adamı suçluyorlar. Yani? Beceriksizliklerinden, ahmaklıklarından bile bir erdem sinyallemesi icat ediyorlar.
Bu iş sürmez. Herkes hak ettiğine rıza gösterecek.