Gösterişçi Ahlakçılık

Geçenlerde Gazete Duvar’da The Guardian’dan bir yazının tercümesi yayınlandı. Yazının aslına, oradan onun bağlantılarına filan gidince, aylardır, muhtemelen yıllardır rahatsız olduğum, zaman zaman —edepli olmasına çalıştığım ifadelerle— gündeme getirdiğim bir haletiruhiye hakkında, Batı’da uzun süredir tartışmalar yürütülüyor olduğunu öğrendim. Bugüne kadar bilmiyordu olmak benim ayıbım.
Yazıyı zaten gündeme getirecektim. Başka hiçbir sebeple olmasa, terimlere uydurulan Türkçe karşılıklar hakkında… Eğer moral granstanding terimi —ki virtue signalling teriminden haberim vardı ama bunu da ilk defa işitiyorum— daha önceden öyle tercüme edilmemiş de ilk defa bu yazıyı çeviren Tarkan Tufan gösterişçi ahlakçılık olarak tercüme etmişse… Ne diyeyim, helal olsun. Çok teşekkürler. Veblen çağrışımıyla birlikte, cuk oturmuş.
Yazıyı zaten gündeme getirecektim. Hemen hemen aynı günlerde, Erol, intihar eden geç kızın intiharı üzerine sosyal medyada dolaştığını söylediği bir metni paylaşınca, “hah, bunları bir arada kullanmam lazım” dedim. Ama terbiyemi muhafaza edemeyeceğimi hissettim. Sündü durdu. Neticede terbiyemi muhafaza etmek gibi bir önceliğimin olmaması gerektiğine hükmettim.
Erol’un paylaştığı metin şöyle —imlalara dokunmadım, imlaları dert de etmiyorum, telefondan filan yazarken insan, oluyor öyle:
“Ah be çocuk boğazım düğümlendi…
“İstanbul Fatih’te İstanbul üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü 3. sınıf öğrencisi Sibel Ünli’nin cansız bedeni dün Samatya’da denizden çıkarıldı.. bu kız çokta güzel bir çoçukmuş!
“Tabi siz alışıksınız flu insgram fotolarına lens’li gözlere Dolgulu dudaklara … Saçların dağıtıp dudakların büzülmüş hallere … Kaşları alıp yerine kaş çizmelere ! çirkin gelmiş size onun samimiyeti ayıp sizin ama sibel’in değil..
“Elbette sibel’i sevebilirdik. Ondan tiksinen bütün erkeklerin yerine sibel’i biz sevebilirdik. Ama o yaşamaya değer bir hayat olmadığını ve gidecek yerinin olmadığını düşünerek intihar etti. Biz o öldükten sonra sevebildik sibel’i. Bu ülke geç sevmelerin ülkesi..
“20 yaşında bir kız çocuğuna ‘gidecek yerim de, yaşanmaya değer bir hayatım da yok’ dedirtip kendini öldürecek kadar çaresiz kalmasına zemin hazırlayan ‘büyük ülke’… Keşke ‘en çılgın projesi’ çocukları yaşatmak, hayata bağlamak olsaydı bu büyük ülkenin.
“Türkiye ne hale geldi. Toplum olarak ilk önce utanmayı kaybettik. Utanma olmayınca vicdan da ahlak da kalmadı. Kız,epilepsi hastasıymış. Ekonomik durum bir yana lütfen artık epilepsi hastalarına ‘öcü’ gibi davranmasınlar. Epilepsi hastalarına da iş versinler.Bu, toplumun ön yargılarından biridir..
“İntihar eden Sibel’in sayfasını didik didik edip bak kahve içmiş bak içki içmiş diyenlerle aynı yerde yaşamak işkence gibi. Kahve veya içki içtiyseniz intihara bile layık görülmüyorsunuz bu ülkede..
“Ne aşağılık, ne vicdansız bir çağa denk geldik..! Açlıktan ölmek isteyen gençler varken kimse kusura bakmasın ne Suriye, ne İran, ne Libya umurumda değil kendi vatanının evladını doyuracaksın önce.. Önce Vatan..!!
“bu haberleri gördükçe ben yediğim yemekten utanıyorum da bu insanları bu hallere bu noktalara sürükleyen insanlar nasıl hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor aklım almıyor. Sibel için çok üzgünüm, bilemiyorsun bi yerlerde bazı çocuklar çok üzgün, bunu bilemiyorsun, bişey yapamıyorsun, çok üzgünüm Sibel…”
***
Esas mevzua geçmeden önce… İntiharlardan söz etmeyi sevmiyorum. İntiharlara soyluluklar yakıştırılmasından mesela, nefret ediyorum —birçok intiharın soylu bir yanı olabileceği, belki de bazen en, hatta belki tek soylu seçenek olduğunu kabul ederek. Esasen galiba, soyluluklardan da pek hazzetmiyorum, insanı intihara sürükleyecek kadar derinleşince. İntiharlara sosyal düzen ve/veya başka şeyler hakkında hükümler vermek için derin manalar yakıştırılmasından da hoşlanmıyorum. Ve yine esasen, herhangi bir şeye fazla derin manalar yakıştırılmasından hoşlanmıyorum. Ölümü derin manalar yüklemenin eşliği olmadan göğüslemek zor. Kendini öldürmeyi göğüslemek iyice zorlaşıyor. Dolayısıyla intiharlardan söz etmekten hoşlanmıyorum. Nokta.
Esas mevzua gelince…
Yukarıda alıntıladığım metni okurken, bir intihar karşısında çaresiz kalmaktan duyduğum tiksintiden daha büyük bir tiksinti duyduğumu söyleyerek başlayayım. Evet, tiksinti.
Bir cenaze evinde ve/veya bir düğün evinde, ev sahibinin kahrı veya telaşı yüzünden eksik kalanı, ev sahibini utandıracak olanı telafi etmeye soyunan insanlar olur. Bazıları bunu öyle yapar ki, yapıldığını ruhunuz duymaz. Bazıları ise, farkına varın, haberiniz olsun, orada o ayıbı ortadan kaldıran kendisidir bilin ister ama bunu öyle bir edayla, alışkanlıkla, kendisine yakıştırarak yapar ki, kendisine minnet duyarsınız. Eh, hem ayıp ortadan kalkar, hem de kendisine minnet duyulmuş olur, fail muradına erer.
Bazıları ise…
İşte yukarıdaki metindeki gibi… Olaya müdahale ettiklerinde ayıp ortadan kalkmaz. Hatta büyür —görmeyenin bile göreceği kadar, görmeyen kalmayacak kadar. Zaten de ayıbı ortadan kaldırmak değildir dertleri, görmeyen kalmamasıdır.
Yani işbu metni kaleme alan zatı muhterem türünün ilk örneği değil, hep vardı öyleleri. Arttılar mı sayıca, bana mı öyle geliyor, bilemiyorum. Ama bir süredir kendilerinden fena halde rahatsızım.
Neden yazar insan böyle bir metni? Neden böyle bir tavır koyma ihtiyacı hisseder? Hadi mesleğime ihanet etmeyeyim, mühendisliğin diliyle sorayım: Bu metni yazmaktan —veya başka hususlarda böyle bir tutum almaktan— murat edilen fayda nedir?
Benim teşhis edebildiğim bir tek fayda var, Burberry giyenlerin Burberry giymekten murat ettikleri fayda —moral grandstanding için Türkçe gösterişçi ahlakçılık kullanılmasını da bu yüzden şahane buldum zaten.
Uzatmadan söyleyeyim, Burberry giyenler, eğer herkes Burberry giyerse ne hissedeceklerse, işbu gösterişçi ahlakçılar da herkes kendileri gibi olsa sudan çıkmış balığa dönecekler. Kendilerine mevcut lüksü sağlayan şartların değişmesini hiç istiyor değiller yani. Aksine hiç değişmesin istiyorlar. Diyelim şikâyet ettikleri halin mesulü AKP ise, öyle hissediyorlarsa, AKP iktidarı hep baki kalsın istiyorlar.
Antifaşistlerin, antikapitalistlerin, sosyalistlerin, İslamcıların, milliyetçilerin, aklınıza kim geliyorsa hepsinin, şikâyet ettikleri bir şeyler var ve hemen hepsinin şikâyet ettikleri şartları değiştireceğine inandıkları birer programı var. Şikâyet ettikleri şeyler şikâyet edilecek şeyler mi, kafalarındaki belli belirsiz program o şartları değiştirmeye yeter mi, değiştirirse ortaya çıkacak hal bugünkünden daha ehven olur mu, bahsi diğer. Ama hepsinin şartları değiştirme iddiaları ve iyi kötü bir programları var.
Aha bu gösterişçi ahlakçıların yok. Anonim özneler bize bir şeyler yapıyorlar. Her şey pek fena. Ama biz, sanki hiçbir şey olmamış gibi, olmuyormuş gibi, gündelik hayatımıza devam ediyoruz. Kahvaltımızı ediyor, arkadaşımızın manasız bir kaprisini önemseyip ona küsüyor, birine nispet yapmak için başkasıyla şakalaşıyor… Yani işte, bildiniz, ahlaktan, vicdandan mahrum sefil mahlûklar olarak, sefil hayatımızı yaşayıp gidiyor, bu nadide varlıkların nadide hayatını kirletiyor, hatta imkânsızlaştırıyoruz. Ay ne kadar fenayız!
Zannedersiniz ki, işbu metni yazan kahvaltı etmemiş, erkek arkadaşının dün gece yaptığı densizliği cezalandırmak amacıyla bugün iş arkadaşıyla flörtleşmemiş, iş arkadaşının densizliğine öfkelenip acısını sokak kedisinden çıkarmamış… Hiç böyle şeyler yapmamış. Sabah 10:00’da kim ise, 12:00’de, 16:00’da, 20:00’de hep o kişi. Hiç yükselip alçalmıyor östrojeni, testosteronu, endorfini ve saire… Hep akıllı, hep vicdanlı, hep… Öyle işte…
İnsanoğlu kendisine bir üstünlük vehmetmek için ne labirentlerde dolanıp da çıkışlar buluyor, hayranlık verici. “Bu işi” diyorum, “acaba başkalarını aşağılamadan yapmanın yollarını bulmak için biraz çaba harcasalar”. Yani biraz ahlak sahibi biriymiş, vicdan sahibi biriymiş gibi davransalar.
Çok şey mi istiyorum?