Haddini Bilen Bir Adam

Bay Erdoğan’ın en belirgin özelliği, haddini bilmesi.
Şöyle düşünün, eğer yeterince zeki, akıllı, güçlü, zevkli, çevik, yaratıcı, mahir biri olduğunuzu varsayıyorsanız, bu vasıfların gerektiği durumlarda şartları kontrol etmeye kalkmazsınız. Diyelim pazınıza çok güveniyorsanız, sokak ortasında bir kabadayı size —veya çaresiz bir ihtiyara mesela— sataşırsa, “bir bakayım bakalım etrafta bunun arkadaşları var mı, şu taşı da cebime koyayım ne olur ne olmaz” filan diye düşünmez, müdahale edersiniz. Zekânıza, problem çözme kabiliyetinize güveniyorsanız, ilk defa gideceğiniz bir yerde başınıza neler gelebileceğine dair araştırma yapmaya ihtiyaç duymaz, yola çıkarsınız.
Bay Erdoğan kendisinde, yukarıda zikrettiğim vasıfların hiçbirinin olmadığını biliyor. Haddini de biliyor. Dolayısıyla her daim, her şeyi kontrol altında tutması gerektiğini biliyor. Üstelik bu yeni kazanılmış bir özellik değil, en başından beri vardı.
Kim kazandırdı bu tabiri bize hatırlamıyorum, futbolda “haddimizi bilerek oynadık” kalıbı var, malumunuz. Bunu söyleyenin ne demek istediğini biliyorsunuz. Nasıl oynadıklarını da, eğer seyretmemişseniz bile, kolaylıkla tahmin edebilirsiniz. Bay Erdoğan hep öyle oynadı işte. Önce kendi takımında kendisinden biraz daha vasıflı olanları birer birer tasfiye etti. Bu demek ki, herkesi tasfiye etmesi gerekiyordu, vakit aldı ama becerdi. Onlar partide var oldukça, bay Erdoğan’ın baş edemeyeceği problemler çıkarmaları ihtimali vardı. Yani mesela Arınç’a veya Gül’e orta sahada bir pas atsa, alıp gol atmaya teşebbüs filan edebilirlerdi. Gol atamasalar da, tribünlerde “vay, bizim takım atak yaptı” duygusuna yol açabilirler, projektörlerin kendi üstlerine dönmesine sebep olabilirlerdi. Bay Erdoğan onların herhangi biriyle rekabet edemeyeceğini biliyordu, onları uzaklaştırdı. Söylemek bile fazla ama söyleyeyim, sözünü ettiğim eşhas çok vasıflı olduklarından değil. Ama zaten “herkes” bay Erdoğan’dan daha vasıflı idi.
Uzatmayayım, bay Erdoğan her şeyi kontrol etmesi gerektiğini biliyor. Kendisine soru soracak olan gazetecinin kim olacağını belirlemesi bile yetmiyor, onun ne soracağının da belirlenmiş olması ve sorulacak sorunun cevabının da bay Erdoğan için hazırlanmış olması gerekiyor. Eğer bir tek şey bile kontrol altında olmazsa bay Erdoğan oynayamaz ve bunu en iyi kendisi biliyor. Haddini biliyor adam, teslim edin.
Bay Erdoğan’ın oynayabilmesi için, hakemin ayarlanmış olması kâfi değil, federasyonun da ayarlanmış olması lazım. O da yetmiyor, saha durumu da etraflıca inceleniyor. Rakiplerin oynamasını imkânsızlaştıracak şekilde bozuluyor zemin. Rakipler zaten Allahlık. Ama o Allahlık rakiplerle bile, ayarlanmış hakem ve federasyona, bozulmuş zemine rağmen, öyle bodoslama maça girilmiyor. Önce rakiplerin oraları buraları kırılıyor. Eğer orası burası kırılmış olduğu halde bir tehdit potansiyeli olan birileri varsa —ki sıklıkla çıkıyor öyleleri, bay Erdoğan’ı yenmek için öyle çok matah şeyler gerekmiyor çünkü— onlar ligden ihraç ettiriliyor.
“Artık tamamdır” diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, bay Erdoğan tedbirli biri. Haddini biliyor. Tribüne alınacak seyirciler de birer birer seçiliyor. Bay Erdoğan’ın takımından biri kazara topu ileri vurursa heyecanlanıp “aslan be, ne marifet varmış bizim oyuncuda” dememesi garanti edilmiş olanlar tribüne alınıyor. Onlar sadece bay Erdoğan’ı alkışlayacaklar. Bu da yetmiyor, kazara bir pozisyonda seyircinin biri kendini kaybedip yanlış birini alkışlayabilir filan. Özel görevli amigolar tribünün gerekli yerlerine serpiştiriliyor.
İmdi…
Düşünüp duruluyor, “asker neden geç sürüldü sahaya, arama kurtarma neden gecikti, lojistik neden aksadı” filan. Siz bu işleri kolay zannediyorsunuz, takım arkadaşları ihtimamla seçilecek, bay Erdoğan’ın önüne geçmeyeceklerinden emin olunacak. Saha kontrol edilecek, uygun mu! Rakiplerin ne yapacakları hakkında bezdirici tahliller yapılacak.
Eğer zannediyorsanız ki, bütün bu mesai küme düşme hattındaki takım küme düşmesin diye yapılıyor, hayal görüyorsunuz. Hepsi, bay Erdoğan’ın bir kontrat daha kapması için. Çünkü bay Erdoğan’ın kafatasının içindeki üç beş nöron, tamamıyla ve sadece seçim kazanmaya tahsis edilmiş durumda. Adam haddini biliyor, daha fazlasına kabiliyetinin elvermediğinin farkında, sınırlı kaynaklarını bir tek hedef için seferber etmiş, o hedefi sıkıntıya sokabilecek bütün faktörleri de kontrol etmeye şartlanmış durumda.
İşte tam da bu şartlar altındayken, sayın ki Aykut Kocaman’ın Konyaspor’unun karşısına Manchester City çıkmış. Bu deprem öyle bir şey. Hezimet kaçınılmaz yani. Sahayı şöyle çamur deryası haline getirmişsin, topu gülle gibi yapmışsın, tribünlere şunları doldurmuşsun, rakip yanından geçerken kendini yere atıp vakit çalmaya kalkmışsın, neye yarar! Takımında Süleyman, Fahrettin, Ebubekir, Ömer, Fuat ve daha niceleri var. Hepsinin omurgası, kendileriyle yapılan kontratın şartı olarak alınmış. Ve siz, bir sonraki kontrat için masaya oturmak üzere olan Erdoğan’sınız. Haddinizi biliyorsunuz. Bugüne kadar bütün faktörlerini kontrol edemediğiniz “bir tek” maça çıkmamışken City çıkmış “kader planınıza” ve… Şöyle bir surat ifadesine bürünmenizde anlaşılmaz bir şey olur mu? (Devletin defterleri ile milletin defterlerini de ayrıca konuşmak lazım, belki başka sefere.)
Derdimiz belli, değil mi? Hezimetse hezimet. On binlerce can kaybettiğimizi hepimiz biliyoruz, bundan daha büyük hezimet mi olur! Ama mesele nasıl topyekûn enkaza döndüğümüz değil, bir sonraki kontrat. Bay Erdoğan’ın biricik derdi bu. Birkaç yüz kişi eksik, birkaç yüz kişi fazla ölmüş, on binlerce kaybın arasında bunun hesabını mı tutacağız? Kim arama kurtarma yapacak, kim yardım toplayacak, yardımları kim toplamış gibi yapacağız, derdimiz bu. Ve elbette… Her şeyi yeniden kontrol altına almamız lazım. Herkes gördü, başka türlü bir futbol da mümkünmüş. Herkes gördü, sırtımızda bay Erdoğan’ı ve devletini taşımak zorunda kalmasak biz de oynayabilirmişiz. Herkes gördü, bizim aramızda çok sayıda mahir insan varmış. Herkes gördü, bay Erdoğan’ın bize kakaladığı “şey”, bir takım filan değilmiş, gol atması imkansız olan bir kalabalıkmış. (Herkes ayrıca gördü, bay Erdoğan’ın “hızlı karar vermek için” ambalajı içinde bize pazarladığı “sistem”, esasen tam da bunu yapamıyormuş ama o ayrı bahis.)
Herkes gördü —zaten görüyordu, biliyordu— ama şüyuu vukuundan beter. Dolayısıyla, hezimetse hezimet. Ama hezimetten söz edilmesine mani olunabilirse… (Acaba OHAL çare olur mu? Buradan bir “Allah’ın lütfu” daha çıkarabilir miyiz?) Maçtan kimi enstantaneler kırpılıp “ama şu saniyede nasıl bir atak teşebbüsünde bulunmuştuk, hatırlıyor musunuz” diye pazarlanabilirse, başkalarının başka maçlarından bazı görüntüler fotoşopla sanki bay Erdoğan’ın artistik hareketiymiş gibi kazıklanabilirse…
Bu son söylediğimi andıran hadise, Avusturyalı bir görevlinin paylaşımıyla açığa çıktı ama açığa çıkmasa da hepimiz bu tür adiliklerin yapılıyor olduğunu tahmin edebiliyorduk. Anlamış olmalısınız neden yabancı ekiplerin desteğinin kabulünde ayak süründüğünü. Kontrol edilemeyebilir kardeşim. Kontrol edilemeyen “her şey” bay Erdoğan’ın kontratını tehlikeye sokuyor. Çünkü bay Erdoğan, kontrol edemediği bir tek şey olduğunda bile hareket kabiliyetini bütünüyle kaybeden bir zavallı. Kendisini biliyor, haddini biliyor.
Siz zannediyorsunuz ki adam faşist. Hayır, değil. Adam her şeyi kontrol altında tutmak konusunda takıntılıysa faşist ruhlu olduğundan değil. Zavallı olduğundan. Ve… Haddini —yani zavallı olduğunu— bildiğinden…