İhracat Şart
JP Morgan’dan öğreniyoruz ki doların ayrıcalığı aşırıya kaçmış, böyle sürmeyecekmiş. Doların rezerv para statüsü bitebilirmiş —daha önce benzer statüye sahip paraların başına gelenler doların da başına gelebilirmiş yani.
Filan.
Yeni laflar değilse de mühim laflar.
Ama işaret etmek istediğim husus başka. Analizden öğreniyoruz ki, 2015-30 arasında dünyadaki tüketim 30 trilyon dolar kadar büyüyecekmiş. Bunun sadece 1 trilyon doları Batı kaynaklı olacakmış.
Soru şu: Türkiye’nin bu tüketim artışındaki hissesi ne olacak? İkinci soru da şu: Ne olmalı?
Bu soruları aklımızda tutarak devam edelim.
Ege Cansen haklı olarak taktığı “dış borç-kolik ekonomi sürdürülemez” iddiasını bilmem kaçıncı defa tekrarladığı yazısını “tek yol ihracat” diye bitirmiş. Siyasi iktidarda karar verici olmayan —yani sırtında yumurta küfesi olmayan— aklı başında herkes, az veya çok dirençle de olsa, Cansen’e eninde sonunda katılır: İhracat şart.
Mesele şu: Ne ihraç edeceğiz?
JP Morgan’ın analizinde sözü edilen 30 trilyon dolarlık tüketim artışının kompozisyonunu bilmiyorum. Şu kadar gıda, bu kadar giyim, şu kadar iletişim, bu kadar sağlık ve saire diye devam ediyordur. Otomobil ve elektroniğin hissesinin düşmeyeceğini de tahmin edebiliriz herhalde.
Seçilmiş misaller üzerinden gidelim.
***
Memlekette ağzını açanın “ama tarım üretimimiz geriliyor” diye yakındığını hesaba katarak, tarım —ve dolaylı olarak da gıda— sektörüne yakından bakalım. Bir defa memleketin tarım alanlarının verimliliği hakkında söylenip duranların neredeyse tamamı boş laf. Çukurova, Menderes Ovası, Bafra filan gibi sınırlı bölgeler dışında pek de Avrupa ve özellikle de ABD topraklarıyla rekabet edebilecek topraklarımız yok. GAP eğer layıkıyla tamamlanabilseydi, bölge belki de rekabet edebilirdi. Biz ise ahı gitmiş vahı kalmış Konya ovasında buğday üretmeye çalışıyoruz —yeraltındaki suyu tamamen tüketme pahasına, tükettikten sonra, şimdi de bilmem nereden bilmem kaç milyarlık yatırımla su getirmeyi hayal ederek…
Ama esas mesele toprakların verimsizliğinden kaynaklanmıyor. İki temel problem alanı var.
Birincisi, bizim tarım ürünü ithal ettiğimiz ülkeler devasa boyutlarda üretim birimlerinde, yüksek teknoloji – düşük emek bileşimiyle üretim yapıyor. Başkası mesela iki bin dönüm arazide üretim yapıyor ve buradan beş aile geçimini sağlıyor. Siz ise beşer dönüm halinde bölünmüş, her birinde bir ailenin —iki bin dönüm için, demek ki, dört yüz ailenin— geçimini sağlamaya çalıştığı bir düzeni sürdürmeye çalışıyorsunuz.
“Birleştirelim beşer dönümleri, biz de ikişer bin dönümlük birimler oluşturalım” deseniz, dört yüz ailenin 395’i işsiz kalıyor. Şehre göçecekler, istemiyorsunuz. Esasında artık onlar da istemiyorlar. Göçmeyi göze alamayacak kadar yaşlı ve cesaretsiz olanlar kaldı köylerde. Konyalılar göçmek istemediği için milyarlarca dolar harcayalım da bereketsiz topraklarına su getirelim diye ağlaşıyorlar.
İkinci mesele de şu ki, başkasının beş aile arasında paylaştırdığı geliri dört yüz aile arasında paylaştırdığınızda, o gelir kimsenin karnını doyurmuyor. Hangi şartta doyurur? Ya ülke o kadar çaresiz ve yoksul duruma düşer ki, o gelir izafi olarak katlanılabilir/arzulanabilir olur. Şehre giden o kadar bile kazanmıyordur yani, siz köyde üç otuz paraya çalışmayı göze alabilirsiniz. Veya tarım ürünleri ithalatını engellersiniz, fiyatlar yükselir, başkasının beş liraya yediği patatesi kırk liraya yemeyi göze alırsınız, patates üreticisi de karnını doyurur.
***
Gelelim tekstile…
80 sonrasında Türkiye’de tekstil sektörü neden patladı? Şimdi neden geriliyor? Tekstil nispi olarak emek-yoğun bir sektör. Öyle olması gerekiyor mu, emin değilim. Ama bir biçimde istihdam yaratma amaçlı kullanılıyor. Dolayısıyla da üç otuz paraya çalışmayı göze alanlar olduğunda, 80 sonrası Türkiye şartlarında mesela, patlıyor. O şartlarda çalışıp biraz palazlandığınızda, artık o şartlara razı gelmez oluyorsunuz. Tekstil sektörü de Pakistan’a, Romanya’ya gidiyor.
Yani?
Hem üç otuz paraya çalışmayalım hem de tekstil üretimimiz olsun, ihracat yapalım derseniz, olmuyor. Başkaları sizden daha çaresiz, sizden daha düşük ücretlerle çalışmaya razılar. Siz de o sayede on liraya bir tişört alabiliyorsunuz.
***
Otomotiv ve elektronik gibi sektörlerde ise durum farklı.
Her ikisi de çok farklı özellikler arz eden alt sektörlerden müteşekkil. VW Manisa’da üretim yapmaya başladığında mesela, katma değeri düşük işler Türkiye’ye gelecek, katma değeri yüksek olanlar ise Almanya’da kalacak.
Neden öyle oluyor?
Çünkü Türkiye’de yapılacak işleri yapmaya gönüllü olan sayısız ülke var. Diyelim Romanya ve hatta İspanya. Size kıyasla muhtelif avantajları var. Sizin ekstra avantaj yaratmak için yapacağınız her şey, esas itibariyle, daha da düşük katma değere rıza göstermeniz manasına geliyor.
E, biz de kendi otomobilimizi yapalım, katma değeri yüksek işleri de Türkiye’de yapalım derseniz… Mesele bir pazarlama meselesi. Bu işi deneyen çok oldu. Siz Türkiye’de bir Hint ve/veya İran otomobiline rastlıyor musunuz? Satın alır mısınız? Neden? Sizin otomobilinizi İspanyollar neden satın alsın? Veya İranlılar? O safhada oyun mahiyet değiştiriyor yani.
***
Özetle söyleyecek olursak, Türkiye tarım ve tekstil üretimine razı olmak için fazla zengin, otomobil üretmeyi başarmak için de fazla yoksul. Orta gelir tuzağı dedikleri nanenin muhtelif sebepleri var ama bana öyle geliyor ki esas kaynağı, toplumların el şeyiyle gerdeğe girip kendilerinde bir kıymet vehmetmelerinin çok kolay olması. Buna karşılık kendilerinin bir şeyi olmasının ise aynı akıllarla gerçekleştirilemez olması.
Siz Alman malı bir cep telefonu ve/veya bilgisayar kullandınız mı hiç?
Neden kullanmadınız? Çünkü yok. Almanlar ahmak mı? Dünyanın en hızlı büyüyen sektörlerini, en hızlı büyüdükleri dönemde neden ıskaladılar? Almanların şeyi var ve o şey de otomobil, makine, kimya filan gibi sektörlerde gerdeğe girmeye yarıyor. Eh, o şeyle belirli bir zenginlik ürettiklerinde de, artık Manisa’da fabrika açıp, düşük gelirli işleri size yaptırıyorlar. Onların şeyiyle sizin de gerdeğe girmenize yardımcı oluyorlar.
Peki Almanlar VW fabrikasını neden Manisa’da açıyorlar da Münih’te açmıyorlar? Almanya’da işsiz mi yok? Var. Ama sizin/benim çalıştığım ücretlerle çalışmaya razı değiller.
***
İhracat şart. Güzel. Bence de şart.
Daha fazla üretmeliyiz. Güzel. Bence de…
Daha yüksek katma değerli ürünler üretmeliyiz. Güzel. Bence de…
Bence bizim için cari olan, Kenya, Bangladeş, Romanya, Ermenistan, Yunanistan için de cari. Hepsi daha çok, daha yüksek katma değerli ürünler üretip ihraç ederlerse… Üf, ne güzel bir dünya olur. Yoksulluk kalmaz. Hiçbir yerde… Sizce de öyle değil mi? Öyledir, eminim.
Ama kısa vadede bir tek VW fabrikası açılacak, Manisa’da mı açılsın, Gürcistan da mı?
Türkiye Gürcistan’dan daha zengin, Gürcistan’da açılsa, Gürcistan ile aramızdaki fark azalacak. Ama Gürcistan seçeneğine pek de razı değil gibisiniz. Güç, demek ki, sizde değil, VW’de… Onun kapısında yalvaran birçok seçenek var ama VW bir tane. Hal buyken eşitlik talep etmenin manası ne? Eşit değiliz ve dolayısıyla da eşitmiş gibi olamayız. Almanların kapısında yalvarıyoruz “fabrikanı Manisa’da aç” diye ve Gürcülere de tekmeyi vuruyoruz “sen çekil aradan, haddin mi bizimle rekabet etmek” diye.
Almanlar bizim çalıştığımız şartlarda çalışmaya razı değiller, biz de Gürcülerin çalıştığı şartlara razı değiliz.
Nokta.
***
Dönelim başa.
15 yıllık bir dönemde tüketimde otuz trilyon dolarlık bir artış öngörülmüş. Otuz trilyon dolarlık bir artı üretim gerçekleşecek demek ki. Bu artı üretim için ne kadar emek gerekecek sizce? O emeğin kompozisyonu ne olacak? Mesela ne kadarı fabrika işçiliği, ne kadarı işçilere ve makinelere nezaret, ne kadarı üst yönetim, ne kadarı tasarım, ne kadarı pazarlama ve saire…
Sizi temin ederim ki, tahmininiz her ne ise, ondan da çok daha düşük oranda emek gerekecek. Diyelim ki yarım trilyon dolarlık emekle üretilecek o otuz trilyon. Ama tüketilmesi için, birilerinin eline otuz trilyon dağıtılması gerekecek. Üretimi yapanların eline yarım trilyon geçecek ama birilerine mesela kütüphanecilik yapsın, ötekine arkeoloji eğitim versin, berikine film yapsın, ötekine futbol oynasın diye ödenenler otuz trilyon doları bulacak ki… Yarım trilyon dolarlık emekle üretilmiş olan otuz trilyon dolarlık üretim tüketilebilsin.
Demek ki…
1.
Otuz trilyon dolarlık tüketimin 29 trilyon dolarlık kısmı Batı dışında tüketilecekse, yani mesela Çin’de, Hindistan’da, Kenya’da, Pakistan’da, Türkiye’de tüketilecekse… Zenginlik bugünkünden daha eşit bir biçimde paylaşılacak demektir. Daha az adil ama daha eşit. Üretimde katkısı otuzda yirmi dokuz olmayan milyarlarca insan, tüketimde o paya sahip olacaklar.
Şimdi de öyle.
Zenginlik tüketimdir. Hâlihazırda geniş yığınların tüketim kabiliyetleri üretimdeki hisselerinin çok üzerinde. ABD’de de öyle, Almanya’da da, Çin’de de ve Türkiye’de de… Hepimizin tüketmekten zevk aldığı şeyleri, son derece küçük bir nüfus üretiyor. Meseleyi daha da ağırlaştıran şu ki, giderek daha düşük bir orandaki nüfus gerekiyor, hepimizin tüketmeyi sürdürebilmesi için… Giderek daha eşit ve daha az adil bir iktisadi düzende yaşıyoruz.
Bu şartlarda eğer filanca işe burun kıvıracak hale gelmişsek, bu halde olan sadece biz değiliz. Almanya’da da işsiz bir yığın insan var ve VW fabrikalarında bizim razı olduğumuz şartlara razı değiller. Bizden daha vasıflı olduklarından, bizden daha yüksek katma değer üretebildiklerinden, bizden daha iyi olduklarından filan değil, sadece Almanya vatandaşı olduklarından… Onlara şımarıklığı hak görüp, onlarınki kadar olmayan bizim şımarıklığımıza laf etmek, bana kalırsa, pek manalı değil. Türkiye Cumhuriyeti de, demek ki, allem etmiş kallem etmiş, Almanya’nınki kadarını değilse de Gürcistan’dan fazlasını yapmış.
Veri bu.
Bunun üzerinden yol almak gerekiyor.
2.
“İhracat şart” demek hiçbir derde deva değil. Neyi ihraç edeceğiz? O ihraç edeceğimiz şeyi nasıl üreteceğiz?
İşin esası, yukarıda da işaret ettiğim gibi, üretim değil, tüketim. Tüketimimizi artırmayı hedeflemek gerekiyor. Zengin olmak iyidir ve zenginlik tüketimdir. O otuz trilyon dolardaki payımızı yükseltebilmemiz gerekiyor ve eğer yükseltebilirsek, bugün yapmaya pek teşne olduğumuz işlere de burun kıvıracak hale geleceğiz. Almanlar da VW fabrikalarını burada açamayacaklar. Fena mı olacak? Almanlar kadar şımarık olabileceksek, fena mı olacak?
İmdi…
Eğer otuz trilyon doların sadece yarım trilyonu emeğe gidecekse, bunun yanı sıra —sırf üretilmiş olan tüketilebilsin diye— 29,5 trilyon dolar da sağa sola saçılacaksa… Demek ki mesele, o 29,5 trilyon dolarda hissemizi nasıl artırabiliriz diye düşünmeyi gerektiriyor. Mesela Barcelona’ya altmışar milyon Euro bonservisle transfer olan ve her yıl yirmişer milyon Euro kazanan iki futbolcu çıkarsak her yıl. Kaç VW fabrikasına eşdeğer olur, bilmiyorum. İstanbul’a her yıl, her biri beşer bin dolar harcayan yirmi milyon ekstra turist getirebilsek?
Filan.
İhracat mı? İhracat. Cari açığı kapatır mı? Kapatır. Cansen’in bu tür çözümlere kapalı olduğunu düşünmüyorum. Ama onu okuyanların kahir ekseriyetinin tüketim deyince tüylerinin diken diken olduğunu, “ihracat şart” denince de beşer dönümlük arazilerde çile dolduran çiftçiler, fabrikalarda kan terleyen işçiler hayal ettiklerini düşünüyorum.
***
Bütün bunların dışında bir de sağlık sektörü meselesi var, tamamen kendine has dinamikleri olan bir sektör olarak. Ona ayrıca bakmak gerekiyor.