İnsanlığın En Parlak Dönemi

Önceki gün Kristof’un NYT’de yazdığı yazıyı paylaşmıştım. Dün yazının dilinin imalarını yazdım. Bugün ise yazının muhtevasına bakalım.

Dünyada ve Türkiye’de yoksulluk var mı? Var. Mesela geçtiğimiz aylarda siyanürle intihar eden dört kardeş, yoksulluk yüzünden karar verdiler bu yürek burkan işe. İyi ama… Onları intihar etmeye sevk eden şartlar, bundan yüz yıl önce, zengin toplumlarda bile son derece nadir —hatta birçok bakımdan imkânsız— şartlardı. Korunaklı bir barınakta intihar ettiler. Yaşadıkları evde elektrik vardı. Temiz içme suyu evlerine geliyordu. Evlerinde muhtemelen televizyon cihazı, buzdolabı vardı. Galiba hepsi okumuşlardı. Alıştıkları, içinde biçimlendikleri, sosyal statü beklentilerine uygun asgari şartları sürdüremeyeceklerini fark ettikleri anlaşılıyor.

Yaşanan trajediyi hafife alıyor filan değilim. Ama neyi ne ile mukayese ediyor olduğumuzu da unutmamak gerekiyor. O dört kardeşin katlanılamaz bulduğu şartlar, bugün dünyada milyarlarca insanın hayal bile edemeyeceği şartlar. Ve üstelik o milyarlarca insan da dedelerinin yaşadığından çok daha elverişli şartlarda yaşıyor.

Şöyle özetlemek mümkün herhalde: Yoksulluk denince akla o dört kardeşin maruz kaldığı şartların gelmesi/gelebilmesi, yoksulluk denen şeyin ne kadar muazzam ölçüde geriletilmiş olduğuna tek başına delildir. Bugün, bugünün yoksulluğu içimizi acıtsın, üzülelim, onu aşmanın yollarını arayalım ama bu işi yaparken geçmişe özlem filan imal etmek, son derece manasız. Her bakımdan, insanlığın en parlak döneminde yaşıyoruz.

Her bakımdan?

Evet, her bakımdan. Krsitof maddi şartların ne kadar iyileştiğine ve iyileşiyor olduğuna dair birtakım veriler paylaşmış. Eh, o veriler sınırsızca çoğaltılabilir ama yeri sınırlı olduğundan en vurucu bulduklarını derlemiş besbelli. Ama maddi şartlardaki iyileşme kâfi mi?

Bir defa maddi şartların ihmal edilmeyecek kadar önemli olduğunu düşündüğümü vurgulayayım. Tarihi yazan, esasen, maddi şartlardır. Kristof’un da işaret ettiği gibi, eğer çocuğunuzun hayatta kalacağına belirli bir güven duyuyorsanız daha az doğum yaparsınız. Yani çocuk ölümlerinin düşmesine yol açan maddi şartlar, sizin dünya ile ilişkinizi kökten değiştirir —çocuk yapıp yapmamak konusundaki kararlarınız gibi en temel motivasyonlarınızı bile.

Ama zaten benim esas derdim de maddi şartların dışındaki —onların üzerine inşa edilmiş olan— faktörler.

Mevcut statülerini sürdüremeyeceklerini idrak ettikleri için ölmeye karar veren dört kardeş mesela, Türkiye’yi ve İstanbul’u kimin yöneteceği konusunda oy verme hakkına sahiplerdi. Oy verip vermediklerini bilmiyorum ama öyle bir hakları/imkânları vardı. Birkaç nesil önce bile hayal edilemez olan, bugün dünyanın pek çok yerinde insanların uğruna ölümü göze aldıkları haklardan söz ediyoruz. O hakkın çok da matah bir dünyaya vesile olmadığını söylemek mümkün. Ama bunu, o hakka sahip olmayanlara söyleyin bakalım.

Oy verme hakkının kendi kaderimizi tayin etmekte hayal edildiği kadar müessir olmaması ayrı mevzu, kendi kaderimizin bizim elimizde olduğu/olabileceği bilgisi, son derece kıymetli bir bilgi. Bu bilginin içine doğmuş olanların, o bilgiye sahip olmama fikrine bile sahip olmayanların sandık demokrasisine burun kıvırmaları anlaşılır bir şey. Beni de biliyorsunuz işte, sandık demokrasisine itiraz edip duruyorum. Ama bir defa daha: Geçmişte bu manada özlenecek hiçbir şey yoktu. Muazzam bir ilerleme kaydettik, insanların kahir ekseriyetinin kendi kaderine tesir edebilir olduğu, bunun farkında olduğu, bunu talep ettiği bir sosyal düzeni tesis ettik. Artık daha iyisini hayal edebiliriz.

Macaristan’da ahalinin manyağın birini seçmesi yüzünden dehşete düşmek anlaşılır bir şey. İyi ama o seçimi yapan Macarların dedelerinin böyle bir şansı yoktu. Olabileceğine dair bir ümitleri bile yoktu. Ve mesele de buradan kaynaklanıyor. Dünyanın dört bir yanında liberal kesimler, Macaristan’da kitlelere seçme şansı sağlanması için mücadele ederken, onların eninde sonunda kendileri gibi davranacağını varsaydılar. Böyle bir varsayıma sahip olunması bile, teorik olarak, seçme şansının gerçek bir seçme olarak algılanmadığının göstergesi. Eğer Macarlar önceden belirlenmiş, liberal seçkinlerin yaptıkları tercihleri yapacaklarsa, demek ki esasen tercih şansları yoktu. Orban’ı seçtiler ve tercih şansları olduğunu, tercih şanslarını ciddiye aldıklarını gördük.

Sosyal/siyasal sistemlerin mesela yüz yıl önceye kıyasla nasıl dönüştükleri, işin sadece bir yanı. Maddi şartlardaki değişime yaslanan ama maddi şartlardaki değişimi fersah fersah aşmış olan bir dönüşüm bu ama yaşadığımız dönüşümün sadece ufak bir bileşeni. Hemen her anlamda, dedelerimizinki ile kıyaslanmayacak kadar iyiyiz ve iyi şartlara sahibiz. Sıklıkla değindiğim, çok önemsediğim bir husus var mesela: Hiç tanımadığımız, asla rastlaşmayacağımız insanlara güvenmemizi gerektiriyor gündelik hayatımız ve bu güvenme işini, zerre kadar sorgulamadan beceriyoruz. Yüz yıl önce bunu becerebilenler son derece düşük, binde birler mertebesindeki bir azınlıktı. Ama zaten bunu becermeye ihtiyaç duyan bir gündelik hayatı olanlar da yüzde birler mertebesindeydi. Hemen herkes kendi küçük kasabasında veya köyünde, sadece yakından tanıdığı, soyunu sopunu bildiği insanlarla çevrili olarak yaşıyor ve başka kimseyi tanımadan ölüyordu.

Dün Celal hatırlattı, 70’lerde kasabasından kopup Ankara’ya, İstanbul’a okumaya gelen çocukların şehre adaptasyonu, büyük ölçüde, siyasi veya dini cemaatler dolayımından ancak gerçekleşiyordu. Şehre adaptasyon bir meseleydi yani —ve yaşayan bilir, müthiş büyük bir meseledir. Şimdi böyle bir meselesi olmayan milyarlarca insan yaşıyor dünyada. Toplum denen şeyin böyle bir transformasyonu başarabilmesi, muazzam bir iştir ve yüksek maliyetleri vardır. Ödedik, ödüyoruz.

Şehre okumaya gelen çocukların Hegel, Marks, Camus, Sartre filan bilmeden, şöyle etraflıca tefekkür etmeden diplomalar alıp bir yerlere gelebiliyor olması filan birilerine acıtıcı geliyor olabilir. “Kant’ı anlamamışsa insan, insan sayılmaz, yeterince yetişmiş değildir, eskiden biz Kant’ı bilmeden asla diploma alamazdık” filan gibi laflar edilebilir —ve Kant’ın yerine muhtelif isimler konarak ediliyor da zaten. Sizi temin ederim ki (a) şehre uyum sağlamak, nerede ne giyeceğini, neyin nerede yeneceğini öğrenmek, karşı cinsle nasıl konuşacağını bilememe acemiliğinden kurtulmak, Kant’ı bilmekten daha zordur ve (b) daha mühimdir.

Kant’ı önümüze bir mani olarak çıkaranların kütüphanelerinde, yani onların okudukları okulların kütüphanelerinde, birkaç bin cilt kitap vardı. İnsanlığın 1950’lere kadar yazdığı kitaplardan çok daha fazlası, son 60-70 yıl içinde yazıldı. Çoğu çöp, farkındayım ama öncekilerin de çoğu çöptü. Bugünlerde yazılıp çöp olmayanlar da Tolstoy’un, Kant’ın, Hegel’in yazdıklarına kıyasla daha mütevazı. Bence öyle olması daha iyi. Darwin’in yazdıklarının üzerine yazılanlar, Darwin’inkinden çok daha derin tefekkür ve çok daha muazzam ölçekte çaba gerektiren şeyler.

Bu çabayı harcayabiliyoruz, çünkü finanse edebiliyoruz. Darwin’in zamanında, bir tek Darwin’i finanse edebilmek için yüzlerce serfin artı değerinin sömürülmesi gerekiyordu. Darwin’in akranı olan ve her biri yüzlerce serfin artı değerini tüketen aristokratların pek çoğu sefih insanlardı. Sefih olmayıp Darwin gibi olmaya heveslenenlerin pek çoğu yetersiz insanlardı. Bugünkü prodüktivite seviyesinde, çok daha az insanın emeği ile çok daha fazla sayıda insana boş vakit, tefekkür fırsatı sağlayabiliyoruz. Kendilerine sağlanan boş vakti sefahat içinde telef edenler var. Yan yana gördüğü iki şey arasında nedensellik ilişkisi kuruvermeyi tefekkür zannedenler var. Onları görüyoruz ama Darwin’in döneminden sadece Darwin’i, Marks’ı, Maxwell’i görüyor, biliyoruz.

Daha da uzatmayayım, derdimi anlayan anlamıştır. Hangi faktör üzerinden bakarsak bakalım, insanlık tarihinin en parlak döneminde yaşıyoruz. Muazzam işler başardık. Bugün ayağımıza dolananlar, başarmış olduklarımızın yol açtığı meseleler. Müthiş ölçüde zenginleştiğimiz için, dört kız kardeş, o alıştıkları refah seviyesini sürdüremeyeceklerini anladıklarında ölmeyi tercih ediyorlar. Yani onların karşı karşıya kaldıkları problem, on binlerce yıldır milyarlarca insanın yaşadıkları yoksulluktan başka bir problem. Aynı on binlerce yılda sadece birkaç yüz bin kişinin karşı karşıya kaldığı, alıştığı refahı kaybetme problemi bu —isyanla alaşağı edilmiş Bizans İmparatoriçesinin imtiyazıydı o. Hep küçük azınlıkların lüksü olmasına alıştığımız ne varsa, bugün milyarlarca insana sağlanabiliyor.

Farklı bir dünyada yaşıyoruz. Hakkını vermek gerekiyor. Hem kıymetini bilmek manasında, hem farkı idrak etmek manasında ve hem de onun farklılığının önümüze getirdiği problemlere o farklılığı hesaba katan çözümler üretmek konusunda…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et