İşsizler Tarlalara

“Çok ve hızlı zenginleştik” deyip duruyorum ve yoksulları işaret ederek bana kızanlar var. Kafama göre konuşmuyorum hâlbuki… Dolar bazında dünyanın veya lira bazında Türkiye’nin serencamı beni teyit ediyor, sayılara yaslanarak konuşuyorum. Ama bir yandan, zenginleşmenin parasal verilerle gösterimini eksik buluyordum. Güven’i yıllardır, ortalama bir Türk ailesinin aylık harcamalarının kompozisyonunun nasıl değiştiğini nasıl bulabilirim diye sıkıştırıyordum. Bulamadım. Ama Amerika’nınkini buldum.



Yukarıdaki grafiklerden görülüyor, 1900 yılında Amerikalıların harcamalarının yüzde 57’si gıda ve giyime gidiyormuş. 1950’de yüzde 42’ye düşmüş. 2003’te ise 17’ye… Türkiye’de de benzer bir eğilimin olduğunu ve eğilimin 1980’lerden itibaren hızlandığını düşünüyorum. İtiraf edersiniz ki, “gelirimiz şu kadar arttı” demekten daha manalı, “gıda ve giyime ayırdığımız bütçe yüzde 57’den 17’ye düşmüş” demek.
O yüzde 17, sayısız Amerikalıyı obez yapıyor ilaveten. Sonra da fitness harcamaları yükseliyor, yeni bir sektör doğuyor. Ne kadar manasız değil mi? Bol ve ucuz bulduğun için yiyeceksin, aşırı kilo alacaksın, sonra da kilo vermek için gelirinin bir bölümünü ayırmak zorunda kalacaksın. Bu hali olumlamak akıllı işi mi?
Evet, akıllı işi. Kendinin ve ailenin karnını doyurup giydirebilmek için ayda 16 gün çalışmak zorunda olmak ile aynı ihtiyaçları dört günlük çalışma ile karşılayabilmek arasında dağlar kadar fark var. Mevcut hali tatmin edici bulmayanlar istediklerini düşünmekte serbestler ama 1900 yılında, iyi ihtimalle haftada bir gün tatil yapıp da 28 günün 16’sını gıda ve giyim ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda olanlara sorsak ne diyecekleri de belli yani.
Olağanüstü zenginleşmenin absürt neticeleri olması, zenginleşmenin gerçekleşmediğini göstermiyor. Orada birilerinin —veya her birimizin kısmen— bu zenginliği nasıl değerlendireceklerini bilememeleri de, zenginleşmeyi küçümsemek için yeterli değil. Neticede zenginleştik. O zenginliği nasıl daha makul paylaşabiliriz ve hayatımızın bize kalan döneminin daha da uzamasından nasıl başka türlü zenginlikler üretebiliriz diye sorabiliriz artık. Yüz yıl önce bu sorular lükstü, şimdi değil.
Elimde bin yıl öncenin verileri yok. Ama genel verilerden yola çıkarak diyebilirim ki, bin yıl öncesi ile yüz yıl öncesi arasında pek az fark vardı. Yani mesela bin yıl önce insanlar, otuz günlük bir ayın 20 gününü karınlarını doyurmak ve giyinebilmek için çalışmaya tahsis etmek zorunda olabilirler. Esas fark son yüz yılda meydana geldi. Ve üstelik sadece gıda ve giyim için tahsis etmek zorunda kaldığımız süre kısalmakla kalmadı. Aynı zamanda aldığımız kalori miktarı arttı, gardırobumuzdaki gömlek sayısı da… Yani daha az çalışmakla eski standartları sağlamakla kalmadık, daha az çalıştık ve çok daha fazlasını edinebildik. Yüz yıl önce gelirimizin yüzde 14’ünü ayırıyorduk ama pak az giysimiz vardı. Bugün yüzde 4’üyle çok daha fazlasını satın alabiliyoruz.
Nasıl oldu bu iş?
Blueprint’te Christakis, 1931’de bir gazetecinin kendi gözlemlerinden yazdıklarını aktarıyor. Anlıyoruz ki gazetecinin büyük ailesine, hasat zamanı, on dört işçi katılıyormuş. Kadınlar tamamı seferber olmuş olan aileyle birlikte yeni katılanları da doyurabilmek için seferber oluyorlarmış, filan. Eskiden öyleymiş yani. Ama yazının yazıldığı 1931’e gelindiğinde, ailenin gençlerinden birinin kullandığı bir traktörle daha büyümüş olan çiftliğin hasadı kaldırılıyormuş.
1850’ye kadar Amerikan çiftliklerinde, çoğu köle olan el emeği kullanılıyormuş. 1850 civarında istihdam edilen hayvan gücü insan gücünü aşmış. 1892’de ilk traktörün tarlalara sürülmesi, işlerini kaybedecek olan güçlü kuvvetli erkeklerin işine gelmemiş, bir direnç oluşmuş. Ancak 1945’te makinelerin kullanımı hayvan gücü kullanımını aşmış.
Ne olmuş olmuş?
Eskiden kaldırılan hasattan elde edilen gelir, diyelim kırk kişinin arasında üleşilmek zorundaymış, artık öyle pek de güçlü kuvvetli olması gerekmeyen birkaç kişi üleşmeye başlamışlar. Diyelim dört kişi… Eğer o dört kişinin her biri eskiden kazanılanın on katını kazanmaya kalkmamışlarsa, tarım ürünlerinin fiyatı düşmüş. Kalkamamışlar, muhtemelen iki katına razı gelmişler. Tarım ürünlerinin fiyatı dramatik bir biçimde düşmüş.
Ne pahasına?
Kırk kişinin otuz altısının işsiz/gelirsiz kalması pahasına… Ama geride kalan o dört kişinin geliri ikiye katlandığı için, onlar başka şeyler de talep edebilir hale gelmişler. İşsiz kalan otuz altı kişinin bir bölümü onların taleplerini karşılamak üzere başka işler yapmaya başlamışlar. Filan.
Basit aritmetikten söz ettiğimin farkındayım. Ama koca koca ve diplomalı insanların sosyal medyada “işsizlikten şikâyet ediyorsunuz ama tarlalar da boş” minvalinde zırvalamalarına şahit olunca, “galiba ilköğretim dördüncü sınıf seviyesinden başlamak lazım” diye düşünüyor insan.
Güven Youtube’da “dünyanın en büyük fındık üreticisiyiz, balda da ikinci” dedikten sonra, “eğer fındığı ve balı bir arada bir ürün haline getirir ve markalarsak, köye dönenler de olur” mealinde bir tahmin yapmış. Bolca fındık ve bolca bal ihtiva eden bir ürün geliştirilebilir ve sonra da bütün dünya o ürüne tiryaki edilebilirse, evet, müthiş değer yaratılmış olur. Üçe satılan şey otuza satılabilir ve böylelikle hem dünyanın dört bir yanında tatmin yaratmış oluruz, hem de zenginleşiriz. Ama o zenginlik köye gitmez. Köylü üçe sattığını dörde satar hale gelebilir ve durumu iyileşir. Ama böyle işler işlendiğinde, hem katma değer şehirde yaratılır ve hem de şehirde tüketilir.
Kaldı ki, kimse köye dönmesin zaten. Hatta Konya Ovasında yerin altındaki su kaynaklarını kuruttuktan sonra milyar dolarlık projelerle Manavgat’tan su getirip Konya’da tarım yapmayı sürdürmek filan gibi manasız, gayri iktisadi hayallerin zamanı değil. Konya’da buğday üretmeyi kesin, hep birlikte şehre göçsünler. Göçün sebep olacağı sosyal ve siyasal problemlerden sakınmak için yapılan işler, hepimizi yoksullaştırıyor.
Neyse…
Günümüzün işsizliği, bugüne kadar yaşananlardan mahiyet olarak farklı. Çünkü günümüzün yoksulluğu, günümüzün iktisadı ve günümüzün sosyolojisi de çok farklı. 1900’lerin başında dünyanın en büyük şirketleri —demir, petrol gibi— doğal kaynakları işleyen şirketlerdi. Hep zirvede kalacak gibi görünüyorlardı ama sadece elli yıl sonra hemen hepsi sahnedeki ışıltılı pozisyonlarını terk ettiler ve tahtlarına endüstri şirketleri yerleşti. Bu defa onlar yıkılmayacakmış gibi görünmeye başladılar ve otuz yıl geçmeden ışıklardan uzağa, gölgeye taşınmak zorunda kaldılar. Yerlerini donanım ve yazılım şirketleri aldı. Yirmi yıl sonra, 2000’lerin başında perakendecilik firmaları… Bugün en büyük on şirketin yedisi teknoloji şirketi. Onları nasıl adlandıracağımızı bile bilemediğimiz için teknoloji şirketi diyoruz. Onları nasıl adlandıracağımızı bilemiyoruz, çünkü ürettikleri mal ve hizmetler otuz yıl önce yoktu.
Evet ya… Facebook’un petrol şirketlerinden, otomobil üretenlerden, Walmart’tan filan daha büyük —çok daha büyük— olmasını bir yana bırakalım, mevcut olması bile hayal edilemezdi otuz yıl önce. “Şöyle bir hizmet üretilecek ve onu üreten şirket 630 milyar dolarlık bir değere sahip olacak” dense, kıyamet alameti olarak değerlendirilirdi.
Ve evet, kıyamet koptu. Kıyamet sonrasında yaşıyoruz. İşsizleri tarlalara göndermeyi geçtim, artık fabrikalara bile gönderemeyiz.
Yüz yıl üst üste verimlilik her yıl yüzde iki arttıysa… Bugün siz, 1920’deki büyük dedenizin yedi katı üretim yapıyorsunuz demektir. Yüzde iki buçuk arttıysa on bir buçuk katı… Gerçek verimlilik artışı, öyle görünüyor ki, bu iki değerin arasında bir yerde.
Büyük dedenizin sekiz-on katı üretim yapıyorsunuz ama sekiz-on katı tüketmiyorsunuz. Eh, arada otomobil sahibi oldunuz, doğru dürüst bir konut sahibi oldunuz, oturduğunuz eve elektrik, şebeke suyu filan geldi. Bunlar da hep tüketim, evet. Ama aynı zamanda, mesela dedenizin mahallesine döşenen içme suyu şebekesinden siz de faydalanıyorsunuz, sizin için ayrıca bir iş yapılmadı. Çünkü ilk yapıldığında, zaten kapasite fazlası vardı. O fazla kapasitenin kullanımı da verim artışı ve yukarıdaki hesaba dâhil değil.
İlaveten… Yüz yıl öncekinden çok daha fazla nüfus yaşıyor ve onun da daha yüksek bir oranı üretime katılıyor. En azından 1990’ların sonlarına kadar her yıl, sürekli olarak nüfusun daha yüksek bir yüzdesi üretime katılıp durdu. Oradan sonra artık arkadan gelenlere iş bulamıyoruz, okula gönderiyoruz.
Verimlilik artışının bir de kartopu gibi büyüme eğilimi var. Şöyle ki, eğer bu yıl artan verim sebebiyle açığa çıkan üretim faktörlerini daha çok patates veya otomobil üretmek için değil de robot yapmak için seferber edersek, önümüzdeki yıl robotların üretimi de zaten yükselen verimliliği yükseltici etki yapacak. Yapıyor zaten.
Yani?
Artık başka bir faza geçtik, “işsizlere nasıl iş buluruz” sorusunun makul bir cevabı yok, işsizlikle yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Sürekli tekrarlayıp duruyorum, Gorz ta 1980’de, “iş kıt kaynaktır, onu daha eşit paylaşmanın yolunu bulmalıyız” demişti. Aynı şeyi tersinden söylersek belki bir çözüme yaklaşmak kolaylaşabilir: İşsizliği paylaşmanın yolunu bulmalıyız.
Şu son söylediğimin daha iyi bir fomülasyon olduğunu düşünmüyorum ama esaslı bir çözüm üretmeye kalkmadan önce insanlık galiba ara duraklarda oylanacak. Finlandiya’nın çalışma haftasını dört güne indirme teşebbüsü gibi…
Çalışma haftasını altı günden üç güne indirsek ne olur? Her işi iki kişi arasında paylaştırmış oluruz. Her ikisine de altı günlük ücret verirsek, demek ki kabaca işgücü maliyetleri ikiye katlanmış olur. Eğer işgücü maliyetleri toplam maliyetlerin yüzde otuzu ise ve fiyata doğrudan yansıtılırsa, demek ki her ürünün maliyeti yüzde otuz artar. Yani traktörün tarlaya girmesiyle oluşanın tam tersi olur, maliyetleri hepimiz üleşiriz —orada verimliliğin katkısını hepimiz üleşmiştik. Buna mukabil herkesin işi, dolayısıyla geliri olur.
Elbette farkındayım, işler böyle doğrusal yürümez. O da başka yazıya…