Kimden Kime Kaçılıyor?

Yenal Bilgici Gazete Duvar’da, Aslan Şükür’ün hatırasına hoş bir yazı yazmış. Şükür’ün Jules Verne kitaplarının kapaklarını çizdiğini yazıdan öğrendim. Jules Verne adını duyunca da, akranlarımın çoğu gibi burnum sızladı.
Bilgici diyor ki…
“Bugün o kitaplar yok. Yokluğuna hayıflanmıyorum, bir dönemdi geldi geçti; bugünün çocukları meraklarını elbette başka araçlarla, başka hikâyelerle, başka resimlerle keskinleştiriyorlar.
“Ama yine de bir şeye hayıflanıyorum: Bir dönemin çocuklarını birbirine bağlayan bağlar şimdi var mı? Altın Kitaplar’ın Jules Verne kapakları deyince birbirini kucaklamak isteyecek yüzlerce, binlerce ‘eski’ çocuk olduğunu biliyorum. Bunu biliyorum, çünkü daha önce konuştuk. Ortak çizgi filmlerimizi, ders kitaplarımızı, tatillerimizi, dertlerimizi, renklerimizi, kokularımızı konuşurken bunları da konuştuk. İyi kötü birbirimizi bilen, birbirimizin farkında insanlarız. Nerelerden geçip geldiğimizi, nerelerden beslendiğimizi bir küçücük sohbette anlayan kuşaklarız.”
Aradaki soruyu cımbızlayıp şuraya koyayım: “Bir dönemin çocuklarını birbirine bağlayan bağlar şimdi var mı?” Cevabı ararken de Verne kitapları dünyada ve Türkiye’de ne kadar satmış, kaç kişi okumuş, araştıralım. Anlaşılan o ki dünya genelinde herhangi bir Verne kitabı 10 milyondan çok satmamış. Buna mukabil Harry Potter 500, Goosebumps 350 milyon satmış. Yani bugün Jules Verne kitaplarından söz edince birbirini anlayan yüzlerce, binlerce eski çocuk varsa, yarın Harry Potter’dan söz edince birbirini kucaklamak isteyecek on milyonlarca eski çocuk olacak. Bizi birbirimize “bağlayan” çizgi romanlar ile bizden sonrakileri birbirine bağlayan çizgi filmleri mukayese etmeye kalkarsak, zannımca, bizim aleyhimize çok daha vahim bir tablo ortaya çıkar.
Birkaç meselemiz var.
Birincisi, biz çocukken dünya nüfusu şimdikinin yarısından azdı. Bu istatistik 80 Günde Devriâlem ile Harry Potter arasındaki farkı tek başına açıklamıyor. Biz çocukken Verne kitabı edinebilecek ve okuyabilecek olanların ciddi bir azınlık olduğunu ilave edersek farkı — bir ihtimal— açıklayabiliriz. Yani? 50, 60 yıl gibi kısa bir süre içinde çocuklarına kitap satın alabilecek ebeveynlerin oranı da, kitap okumak için gereken okuryazarlığa sahip olan çocuk nüfusun oranı da roket gibi yükselmiş.
İkincisi çok daha mühim. Kendimizle fazla meşgulüz. Kendi akranlarımız arasında Jules Verne okuyabilecek maddi ve kültürel şartlara sahip ailelerde büyümüş olanları kast ediyorum. Anlaşılan o ki, kendi akranlarımızın arasında küçük bir azınlığa mensubuz ama hep ve sadece onlarla temas halinde olduğumuzdan, herkesi bizim gibi zannediyoruz —Jules Verne kitaplarının kapaklarından söz edince anında birbirine bağlanıverenlerden. Veya —daha fenası— aslında azınlık olduğumuzun farkındayız da, bizim gibi olmayanları insana saymıyoruz.
Her halükarda görülüyor ki, bizden sonraki nesiller daha demokratik. Daha yüksek bir yüzde aynı ortak paydayı paylaşıyor. “Bizden sonraki nesiller bizden daha iyi insanlardan müteşekkil” diyor değilim. Mesele bir iyilik/kötülük meselesi, bir değer yargısı mevzuu değil. Şartlar daha geniş kesimleri aynı ortak paydada buluşturacak şekilde değişmiş yani. Ağzını açanın sövüp saydığı bir dönemde olmuş bütün bunlar. “Olmuş” dediğime bakmayın, “oldu” ve ben —de— şahidim. Bu yüzden dünyanın geleceği hakkında iyimserim. Bizim neslimiz tasfiye olduğunda, yerimize gelecek olanlar daha iyi bir dünya yapabilecek durumdalar.
Mevzuu Bilgici’nin yazısındaki ikinci bir mühim tespite bağlayayım. Yazıcı’nın Barthes’ten yaptığı alıntıya göre “Bu prensip [Verne’in yarattığı evrenin prensipleri] sürekli bir kendini tecrit eylemidir. Çünkü Verne’deki seyahat hayali kendini kapatmaya dönük bir arayışa denk düşer. Çocukluk ve Verne arasındaki bağdaşma alelade bir esrarlı macera havasından kaynaklanmaz; aksine sınırlardan, sınırlamalardan alınan ortak hazdan da doğar. Bunu çocukların çadırlara ve kulübelere dönük tutkusunda da görebilirsiniz: Kendini bir yere kapatıp oraya yerleşmek hem Verne’in hem çocukluğun varoluş hayalidir.”
Bir genç kadın babasını kaybetmiş. Cenaze evinde yaşadıklarını, neredeyse nefret diliyle twitter’da paylaşmış ve bu paylaşımlar Ekşi Sözlük’te onlarca sayfa boyunca tartışılmış. Genç kadının paylaşımlarından anlıyoruz ki, cenaze evinde temas etmek zorunda kaldığı insanların tutum ve davranışlarından fena halde rahatsız olmuş. Babasının cenazesinin yıkanması sürecinde yer almasına —kadın olduğu için—engel olmaya çalışılmasına, babasının cenazesini taşımasına mani olmak için gösterilen çabaya filan çok kızmış. “Gelenek” ne fenaymış.
Dün gece genç kadının paylaşımlarını okurken, etrafında dönen tartışmayı anlamaya çalışırken, kafamda doğan bir soru vardı, Barthes’in Verne yorumu bu soruya kendimce verdiğim cevabı berraklaştırdı. Genç kadın kendisini boğan, kendisini boğduğunu hissettiği bir sosyal düzenden “kaçıyor”. Ama dilini hiç sakınmadan yargıladığı o sosyal ilişkiler ağından kaçarken “alıp başımı gitsem, kimse olmasa etrafımda” filan olmuyor mevzu. Yaşadıklarını twitter’da paylaşıyor. “Başka” bir sosyal çevreye içini döküyor.
İnsanın babasını kaybettiğinde hassaslaşması normal. Ama genç kadının paylaşımının bıraktığı intiba öyle ki, kaçmaya çalıştığı sosyal normlar, sosyal ilişkiler hakkındaki kanaatleri, yargısı o tecrübe sırasında ve onun yüzünden ortaya çıkmamış.
Soru şu: Bir insan babasının kaybı gibi son derece acıtıcı ve mahrem bir hatırayı az çok tanıdığı, iyi kötü bir teması olmuş, babasını tanıyan, babasıyla hatıraları olan insanlarla paylaşmaktan kaçıp da, babasını ve hatta muhtemelen kendisini tanımayan başkalarıyla paylaşmaya koşarken ne gibi bir motivasyon etkili oluyor? Bu tercihin arkasında ne var?
Açıkça görülüyor ki –görülüyor olmalı ki– mesele “insanlardan kaçmak” değil. En tedbirli ifadeyle diyebiliriz ki, genç kadın belki birkaç yüz kişiden kaçıyor ama milyonlarca kişiye ulaşabilecek bir kalabalığa “kaçıyor”. Genç kadını, tercihini, onu o tercihe sürükleyen “kültürü”, şunu, bunu yargılamak, her bir şeye karne dağıtmak filan bir seçenek. Bir başka seçenek ise, “kendisinden kaçılan” ilişkiler ağı ile “kendisine kaçılan” ilişkiler ağı arasındaki farkı anlamaya çalışmak olabilir.
Anlamaya çalışırken sormadan edemiyorum: Bir genç kadın, babasını kaybetmiş olmanın katlanılmaz —katlanılmaz olduğunu kendisinin iddia ettiği— acısı henüz çok tazeyken, yaşadıklarını twitter’da bu kadar uzun uzun, böyle ihtimamla yazarak neden paylaşsın? Bir yargı ihtiva etmeden soruyorum, çünkü ben olsaydım herhalde aklıma en son gelecek şeylerden biri o genç kadının bu tercihi olurdu.
Mesele sadece bir nesil meselesi değil. Nereden biliyorum? Sadece akranlarımın üye olduğu WhatsApp gruplarında, insanlar acılarını ve sevinçlerini benzer şekilde, sıcağı sıcağına paylaşıyorlar. Gerçi o gruplara üye olanlar birbirlerini, birbirlerinin çocukluklarını biliyorlar. Ama yine de aile içinde veya komşularla paylaşmaktan pek memnun olmadıkları hadiseleri sosyal medyada paylaşmak için fazla acele ediyorlar. Hakçası benim aklıma en son gelecek olan şey bu. Hatta diyebilirim ki, sıcak bir temas olmadan, en azından ses duymadan böyle şeyleri paylaşmaktansa, paylaşmamayı tercih ediyorum.
Dolayısıyla mevzuu “anlamam” zor.
Aşırı soyutlayarak söylenebilecek şeyler var yine de… İnsanlar bir yerden, bir halden kaçıyorlar. Yersizliğe veya insansızlığa değil, başka bir yere, başka insanlara, başka türlü ilişkiler kurabildikleri insanlara kaçıyorlar. İçinde yaşadığımız dönemi karakterize eden en belirgin dinamik bu.
Eğer mevzuu biraz da olsa anladığımı hissedecek olursam, belki yine döneriz buralara…