Kurum ve İnsan

Deniz —kızımın annesi— bir Yönetim Kongresine kurumsallaşma hakkında aykırı bir perspektif getiren, “Napolyon Orduları Kurumsallaşabilir miydi” adlı bir bildiriyle katılmıştı. Camiada kurumsallaşma kavramı baskın bir moda halini almıştı ve kendisi de göreceği reaksiyonu merak ediyordu. Döndüğünde gülerek anlatmıştı, bir tek ciddi itiraz gelmiş salondan. Bir profesör, “vay nasıl olur da Atatürk orduları varken Napolyon orduları üzerinden misal verirsiniz” filan gibilerden çıkışmış.
Kurumsallaşma kavramı etrafında döndürülen muhabbet, beni, her daim fena halde tedirgin etti. Daha önce yazmış olmalıyım —en azından bazı yerde anlattığımı hatırlıyorum— yüksek lisans tezimi yaparken Yönetim Bilişim Sistemleri kavramından Karar Destek Sistemleri kavramına evrilirken ciddi bir dönüşüm yaşamıştım. O dönüşümün bileşenlerinden biri de, sonradan kurumsallaşma olarak adlandırılacak —en azından o başlık altında toplanacak— varsayımlardan şüpheye düşmekti. Kabaca söyleyecek olursam, “kurumsallaşacaksınız, sonra artık Ali gitmiş Veli gelmiş fark etmeyecek, kurum aynı işi yapıp duracak.”
Yok öyle bir dünya.
Esasen var öyle bir dünya. Deniz o bildiride anlatmıştı, yanlış hatırlamıyorsam III. Napolyon orduları öyle kurumsallaşmıştı ki kim gidip kim gelirse gelsin, hep aynı işi yapmayı sürdürüyordu: Törenlerde, seremonilerde boy göstermek. III. Napolyon’un kendisi bile ordusunun savaş performansına zerre kadar güvenmiyordu. Kurumsallaşmış kurumlar, mütemadiyen aynı işi yapmayı sürdürebilirler, hatta sürdürürler. Mesele şu ki, o iş manasız bir iştir.
Ruşen Çakır Cemal Kafadar ile birkaç ay önce bir söyleşi yapmış, pandemi üzerine. Beklenebileceği gibi, hoş ve öğretici bir program. Kafadar, videonun sonlarına doğru kurumlar hakkında birkaç laf etmiş, Deniz’in bildirisini o yüzden hatırladım. Üstüne Christakis’in Apollo’s Arrow adlı kitabında kurumlara güzellemelerle karşılaşınca… Yazayım dedim.
Pandemi patlayınca, ABD’de pıtrak gibi biten yardım örgütlenmelerinden söz ediyor Christakis. Örgütlü veya bireysel, sayısız benzerlerine bizde de rastladık. Bütün bu saygıdeğer faaliyetlerin izini —daha önce Blueprint’te yaptığı gibi— insanın biyolojisine kadar sürüyor. Dolayısıyla, okuyunca, insana duyduğunuz güven artıyor.
Ama hatırlayacaksınız, bizde benzer teşebbüsler sağdan soldan alkışlar alır almaz, hemen birileri “öyle olmaz ki, kurumsallaşmalı” deyiverdiler her defasında. Neden olmaz? Neden kurumsallaşmalı? Çünkü güvenilir değil. Yarın yine lazım olduğunda o yardım elinin yine orada olacağından emin olabilir miyiz? Kurumsallaşmazsa olamayız. Öyle bir kanaat var gibi görünüyor.
Hâlbuki mesela, pandeminin orta yerinde İzmir’de deprem oluyor ve yine sıradan insanlar kurumlardan önce yetişiyor. Kurumların asla sergileyemeyeceği esneklikler sergiliyorlar.
Böyle söyleyince, “kurumları iptal edelim” demişim gibi algılanıyor. Bizim seçeneklerimiz (a) tamamen kurumsuz, (b) her şey sadece uzman kurumlara havale edilmiş seçenekleri değil. Benim meselem de kurumlarla dövüşmek değil. Kurumlaşmamış olan inisiyatifleri imkânsızlaştırma, her şeyi kurumsallaştırma hevesinin arka planını anlamaya, anladığım kadarıyla da deşifre etmeye gayret ediyorum.
Bugün dünyanın en prestijli üniversiteleri —ki Kafadar’ın “kurum” derken kastettiği onlardı— bile, günümüzün karmaşıklığına, o karmaşıklığın sebep olduğu ihtiyaçların karmaşıklığına cevap verebilecek durumda değiller. Yaptıkları iş, yapmayı vadettiklerini karşıladığı için ayakta duruyor değiller, sosyal hiyerarşide basamakların kavgasız gürültüsüz paylaşılmasını sağlayabildikleri varsayımı sayesinde ayakta duruyorlar —ki onu bile sağlayabilir oldukları artık şüpheli.
Üniversiteler için geçerli olan, hemen her kurum için geçerli. Günümüzde daha gelip geçici, daha esnek, daha yaratıcı örgütlenmelere ihtiyacımız var. Yarın sular durulduğunda —eğer durulursa— yine daha kalıcı örgütlenmeler daha verimli olabilir ama bugün öyle değil.
Ve fakat esas derdim bunlar da değil. Esas derdim, “insanlara neden güvenmiyorsunuz kardeşim?”