“Lüzum” Üzerine

Memleketi yönetmek, ihale dağıtmak, vatandaşın işini çözmek, dünyanın dört bir yanında çıngar çıkartmak filan gibi faaliyetlerden uzak tutuldukları çağlarda, dindar Müslümanların vakitleri boldu —zannetmeyin ki işbu faaliyetler sahipsizdi, elbette hepsi bihakkın yerine getiriliyordu ve fakat kendilerine laik diyen birileri bu meşakkatli işlere koşulmuştu. Dindar Müslümanlar o bol vakitlerinde, muhtelif meseleleri mesele ederlerdi. Mesela Allah’ın âlemi ne demeye yarattığı filan gibi meseleleri…

Eh, benim ilmim bu tür hususlarda söz söylemeye, zekâm da işbu meseleleri kavramaya kâfi olmadığından, uzaktan izlemekten başka şansım pek olmazdı. Ama anladığım kadarıyla bir lüzum aranıyordu. Âlem pek lüzumsuz görünüyordu ve ona bir lüzum bulamazsa gece yatağa girdiğinde uyuyamayanlar vardı.

Mevzu da genellikle “lüzum şu olabilir, yok bu olabilir” şeklinde tartışılıyordu. Yani? Âlemin büsbütün lüzumsuz olabileceği ihtimali, daha başlamadan iptal edilmiş gibiydi. İnandıkları Allah’ın lazımdan vareste olabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Eh, Allah’la tanışıklığım onlarınki kadar ileri olmadığından, kendimde söz söyleme, akıl yürütme hakkı da göremiyordum. Yine de âlemin büsbütün lüzumsuz olabileceği ihtimalini, kendi içimde saklı tuttum.

Şimdi ilk defa kamuya açık olarak ilan ediyorum: Âlem, bana kalırsa, başlangıçta lüzumu hiç olmayan bir şeydir. Lüzum denen şey, tıpkı uzay ve zaman denen şeylerin Big Bang’le ortaya çıkması gibi, sonradan ortaya çıkmıştır. Yani mesela arılar için çiçek tozları lüzumludur. Çiçekler için de arılar lüzumludur. Ağaçların gövdeleri bizim için lüzumludur. Yani demek ki ağaçların güneş ışığından daha fazla nasiplenmek için diğer ağaçlarla yarışması —son tahlilde güneş ışığından faydalanacak yaprak yüzey alanı aynı kalsa bile— ağaçlar için yorucu bir şey olabilir ama bizim açımızdan fevkalade lüzumludur.

Demek ki lüzum, dışarıdan bakarak tarif edilebilir bir şey değil. Ama zaten herhangi bir öznenin dışarıdan bakması da kabil değil. Hepimiz içerideyiz. Bazısının aklı bir hayli havada ve aklı havalandığında arş- âlâya kadar yükseldiğini zannediyor ama arş-ı âlâ da içeride. Bazısı işsizlikten derin tefekkürlere daldığında, âlemin sırrını keşfetmeye soyunduğunda, inandığı Allah’ın da kendisi gibi olduğunu, lüzumla bağlı olduğunu zannediyor işte.

Tekrarlamak pahasına söyleyeyim: Âlem, her bir unsuru diğer birçok unsuru için lüzumlu olan, kendisi/toplamı lüzumsuz bir şey. Âlemin unsurlarından bir unsur olarak kendimizi âlemin yerine koymaya kalkmak… Sadece lüzumsuz değil, beyhude, manasız ve ahmakça bir şey.

Ve âlemi lüzumdan yola çıkarak tasarlamaya kalkmak… Cinnet!

Âlemin tasarımını müthiş kılan yanı da, bence, esasında âlemin malzemesinde hiç olmayan bir şeyin, lüzumun, mütemadiyen yeniden üretilmesi esasına göre çalışması. Düşünsenize, çiçekler olmasa arıları lüzumlu bulacak bir şey, arılar olmasa çiçekleri lüzumlu bulacak bir şey ortadan kalkacak. Ama her ikisi de var ve birbirlerine lüzumla bağlılar.

İmdi…

Jobs gibiler, “kime neyin lazım olduğunu ben bilirim, dolayısıyla ben karar veririm” havasındaydılar. Eğer âlemi tasarlayacak olsalardı, ne arıları ve ne de çiçekleri akıl edemeyeceklerdi. Jobs elbette sadece bir misal. Yoksa iyi kötü bir üniversite diploması almış herhangi biri de, hepimiz için neyin lazım, neyin lüzumsuz olduğunu biliyor olduğunu zannediyor. Bu zannı diploma sahiplerinin tekelinden kurtarıp kendisi gibilerin de tüketimine sunan Erdoğan sayesinde, çok şükür, bir tekel daha tarihe karıştı. Artık herkes, müthiş bir özgüvenle ve muazzam bir özgürlük hissi içinde, kime neyin lazım olduğunu takdir etme imkânına kavuştu.

Rivayet odur ki Sünbül Sinan Efendi müritlerine sormuş: “Kâinatın idaresi size verilmiş olsa ne yapardınız?” Biri çıkmış “bir tek kâfir bırakmazdım” demiş, öteki “bütün içkileri yok ederdim”, beriki “bütün Kürtleri…” —yok, pardon, o sonraki iş. Neyse… Müritlerden biri “her şeyi merkezinde bırakırdım” demiş. Aha işte o müridin adı Merkez Efendi olarak kalmış.

Apaçık görülüyor ki Merkez Efendi, diğer bütün müritlerden daha akıllıymış, lüzumsuz yere kendisini yormaktansa, “iyi böyle” deyip geçmeyi tercih etmiş. Lakin onun da ıskaladığı bir şey var. Hiçbir şey merkezinde kalmıyor. Her şey değişiyor, dolayısıyla şeyler arasındaki lüzumluluk ilişkisi de değişiyor ve fakat şeylerin birbirine lazım olması hali değişmiyor. Yani karşılıklı olarak birbirilerine lazım şeylerden müteşekkil bir tasarım —Sünbül Efendinin müritlerinin, Jobs’ın, Erdoğan’ın, Süleyman’ın filan aklı o kadarına bile ermiyor olsa da— nispeten basit bir tasarım. Ama karşılıklı olarak birbirlerine lazım olduğu halde her biri de değişen unsurlardan oluşan bir tasarım? Olacak iş değil.

Ve üstelik bir de… Daha önce ortada yokken ortaya çıkıveren, zuhur eden bir şeyler var ve kendisi yokken tamam olan halin içinde kendisine bir yer buluyor. Yani kendisine bir lüzum imal ediyor ve kendisinden önceki şeylere lüzum duyuyor.

Müthiş! Göz kamaştırıcı!

Dün dedim ki “Her birimizin aklından müteşekkil, ama her birimizin aklını aşan bir akıl var. Mahiyet olarak farklı bir akıl. Zuhur eden (emergent) bir akıl.” Hani mistik bir şeylerden söz ediyorum zannedilebilir. Öyle değil. Aha işte şu yukarıda özetlemeye çalıştığım mekanizmadan söz ediyorum. O var. Var olduğunu ürünlerinden biliyoruz. En basit ürünlerinin bile bizim en sofistike ürünlerimize kıyasla çok daha rafine olmasından… Dilerseniz ona Allah deyin, dilerseniz tesadüf artı doğal seleksiyon —size kalmış. Ama kendinizi onun yerine koymayın. Lütfen.

İmdi…

O akıl, bugünün problemlerini dünün çözümleriyle aşmaya kalkmıyor. Yeni çözümler icat edilmesi gerektiğini biliyor. (“Biliyor” filan gibi ifadeler yakıştı mı bilemedim ama şimdilik öyle diyelim, siz anlamışsınızdır.) O yeni çözümler de, mevcut unsurların itişip kakışması sırasında, denenmiş ve işe yaramamış sayısız yeni kombinasyondan sonra birinin, birden işe yarayıvermesi sayesinde zuhur ediyor.

Yani?

Bazı Kürtler bağımsız bir devlet sahibi olması için çaba harcasınlar, bazı Türkler de bağımsız bir Kürt devleti olmamasını aşkla talep etsinler —mümkünse bu işi fazla kan dökmeden yapmaya çalışsınlar, kan tutuyor beni. (Bu arada, hayattaki yegâne motivasyonu “Kürt anasını görmesin”den ibaret olanlar, mesela, “ama o İsrail devleti” filan diyerek, mercimek akıllarıyla Kürt düşmanlıklarına yakışıklı bir pelerin giydirmeye, âlemin aklıyla alay etmeye kalkmasınlar. İsrail’e düşmansan git İsrail’le dövüş. İsrail’e gücün yetmiyor diye Kürt dövmek ne iş? Öyle yapınca İsrail’in işini kolaylaştırdığının farkında mı değilsin, yoksa İsrail ajanı mısın?)

Bazıları mesela plastik üretsin, bazıları dünyayı plastikten kurtarmak için çabalasınlar. Birileri ilaç üretsin, ötekiler ilaç kartelleriyle dövüşsün. Kimileri sigara üretsin, berikiler sigara tiryakiliğini ortadan kaldırmaya adasın kendini. Birileri yazılım üretsin, birileri o yazılımları kırsın. İtişip kakışalım. İtişip kakışırsak problemlerimizi çözme şansımız var. İtişip kakışmayı imkân dışı bırakırsak…

Sıfır derece Kelvin.

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et