Mana

Nişanyan’ın YouTube’da yaptığı Pazar Söyleşileri deşifre edilip kitaplaştırılmaya başlamış. İyi olmuş.
Ben şöyle anladım —daha önceden bildiklerime ilave bir şey değil ama daha önceden bildiklerimi teyit edip kristalize eden bir şey olarak. İnsanlık berbat bir istikamette yol alıyor. Hâlbuki eskiden ne güzel müzikler yapmışlar, ne katedraller inşa etmişler. Yirminci yüzyılla birlikte bir çoraklaşma ki sormayın gitsin. Bir vakitler insanlığa muazzam hedefler koymuş Avrupa müthiş bir riyanın içine sürüklenmiş, Rusya ve Çin’e rahmet okutacak totaliterlik içinde… Her biri ayrı bir polis devleti olarak…
Filan.
Yirminci Yüzyıla laf söylenince benim dengem altüst oluyor. Ama mesele sadece Yirminci Yüzyıl meselesi değil. Sadece Nişanyan da değil, başka şeylere bağlayacağım. Yine de öncelikle şu Yirminci Yüzyıl hadisesiyle hesabımızı kapatalım —veya hesabımızı açalım.
Okuduğunda Nişanyan’ın tüylerini ürperttiğini anladığım o destansı anlatılar bende benzer bir tesir yapmadı. Ama mesela evrim teorisi veya kuantum teorisi karşısında büyüleniyorum. Her ikisi de, dibine kadar Yirminci Yüzyılın eseri —Darwin On dokuzuncu Yüzyıl insanı ama teori ete kemiğe Yirminci Yüzyılda büründü. Dünyayı kavrayış konusunda bugüne kadar gerçekleştirilmiş en muazzam zihinsel devrim olduğunu düşündüğüm kompleksliğin de fideliği Yirminci Yüzyıl. Neden Shakespeare metinleri karşısında büyülenmek şart olsun? Neden sadece onları karşısında?
Avrupa katedralleri hakkında Nişanyan’ın yaşadığı tecrübenin binde birini bile yaşamadım. Birkaçını gördüm. Hissettiğimi anlatabilmek için Sultanahmet Camiini gezerken hissettiklerim bir gösterge olsun. “Ulan bu çinileri yapanlar ne düşünmüşlerdir acaba” diye düşünmüştüm. “Sultan şan olacak bir cami yapacakmış” söylentisi başlayınca, imparatorluğun en ücrasında bile kahır kazanları kaynamaya başlıyor olmalıydı. Kimsenin “ulan beş yüz yıl sonra insanlar bunları gezip yaptıklarımıza hayran kalacaklar” diye düşünmediğinden, neredeyse eminim. Geriye katedraller, Sultanahmet kaldı, o kahırların izi kalmadı. Yirminci Yüzyıldan geriye insanı, eşyayı ve her şeyin örgütlenmesini kavramakta benzersiz araçlar kalacak.
Bir de elbette faşizmler, kendisine komünizm süsü veren denemeler ve saire…
Yirminci Yüzyıl, daha önce birkaç yerde demiştim, bana göre, kendisinden önceki küstah, haddini şaşırmış, devasa katedraller, devasa anlatılar, her şeyin devasasını üreten yüzyılların iddialarının test edildiği dönemdi. O devasa anlatıların kitapta durduğu gibi olmadığını, gerçekleştirilmeye çalışıldığında ne kadar ahmakça olduklarını “yaşamak” da Yirminci Yüzyılın hissesine düştü. Haddini şaşırmış babalarının ve dedelerinin hadsiz hesapsız harcamalarının faturalarını ödeyen kısa ve haksızlığa uğramış bir yüzyıldır Yirminci Yüzyıl. Hakkında konuşurken biraz edepli olmayı hak ettiğini düşünüyorum.
Ama meselem sadece Yirminci Yüzyıl meselesi değil, demiştim. Topluma manevi önderlik edecek kimse çıkmıyormuş —mealen söylüyorum— dolayısıyla da gelecek pek karanlıkmış Nişanyan’a göre… Nişanyan’ın eksiklik olarak gördüğü şeyde ben muazzam bir rahmet görüyorum. Aman diyeyim, insanlığa manevi önderlik filan yapmaya kalkmayın. Yapanları, yapılışını gördük, yaşadık. Hâlâ yaşıyoruz.
Yaşadığımız çağda bir “mana krizi” olduğu teşhisine katılabilirim. Uzun süre boyunca, yaşadığımız dönemin esas determinantının mana eksikliği olduğunu düşündüm, hâlâ da öyle bir zannım var. Ama bu, “birileri çıksa da hepimizi kapsayacak muazzam bir hedef koysa” diye düşündüğüm manasına gelmiyor. Tam aksine, “insanların hayatlarına kendi manalarını katmalarıyla tatmin olmaları nasıl mümkün olabilir” diye kafa yoruyorum.
Problemi dile getirebildim mi, bilemedim. Herkes —hemen herkes— kendi hayatına bin türlü mana katabiliyor. Bana öyle görünüyor ki, esasen pek çok kişi için bu kâfi de olabiliyor. Ama —yine bana öyle görünüyor ki— “bu yetmez, daha derin bir şeyler olmalı” denip durduğu için, insanlarda bir tatminsizlik hali var. Normalde beş bin dolarlık takım elbiseler giymeden sokağa çıkmayan adam Galatasaray formasıyla Manchester’a gidiyor, İcardi gol atınca “Aşkın olayım” diye kendinden geçiyor, öteki YouTube’dan millete Yapay Zekâ öğretiyor, beriki yamaç paraşütüyle atlamak için bin kilometre yol yapıyor, oradaki kampta yeni arkadaşlıklar kuruyor, şu kuş sesleri biriktirmek için dağ tepe dolaşıyor, bu sokak köpeklerinin hakları için imza topluyor… Listeyi ne kadar uzatabileceğimizin farkındasınızdır eminim. Kimsenin kendi hayatına mana katmak konusunda bir yetersizliği yok. Ama birileri çıkıyor, “ah Bach, ah Shakspeare, ah katedraller, ah eşitlik, ah bayrak, ah vatan, ah ezan” diye kafamızı ütülüyor ve kendi hayatına pekâlâ manalar yükleyebilenleri ufalıyor.
Âlemde mana kıtlığı yok.
Serbestiyet’te Hakan Şahin Buzatti’nin Tatar Çölü romanı üzerine bir —daha doğrusu iki— yazı yazmış. Romanı okumadım ama Şahin’in yazılarından anladığım kadarıyla derdimi dile getirmeye yardımcı olabilir. Bir yanda “görev” yapılacak bir karakol var, büyük bir anlatının, “derin” bir mananın yeri. Oraya gitmek için yetiştirilmişsin, yıllarını vermişsin. Ama yola çıkarken… Şehri terk etmek gerekiyor. Sıradan, süfli, gündelik neşelerin, üzüntülerin, korkuların, ümitlerin şehrini. Ve insan, pekâlâ fark edebiliyor ki, şehrin manası daha zengin. Belki devasa katedraller gibi yarına kalmayacak, belki herkesi peşinden sürüklemeyecek ama daha insani. Yaşamaya daha değer olan şehirde.
Şehir, Yirminci Yüzyılın eseri. Daha doğrusu şehri sıradan insanın mekânı yapmak Yirminci Yüzyılda mümkün oldu. Dünya nüfusunun yarısından çoğunun şehirli olması, Yirminci Yüzyılda gerçekleşti. Mana şehirdedir. Yani insandadır. İnsanlararasıdır.
Denebilir ki, “günümüzün şehirlerine bak, perişanlığa bak, övünülecek şey mi?” O devasa katedraller yapılırken Londra, Sultanahmet Camii yapılırken İstanbul, bugünkünden daha parlak yerler değildi. Çamur içinde, her yangında kül olan, perişanlık anıtları idiler. O günlerin perişanlığının izleri kalmadı, katedraller, Sultanahmet kaldı. NNT’e atfen söyleyeyim: Delil yokluğunu yokluğun delili olarak kullanmayın.
Bugün şehirler berbat haldeler. Dün de öyleydiler. Ama bugün şehirler, dünkü şehirlerde mümkün olmayacak, hayal bile edilemeyecek kadar çeşitli hayat imkânları barındırıyorlar içlerinde, mana kaynakları barındırıyorlar. Milyarlarca insan için…
Gelelim Serbestiyet’te Alper Görmüş’ün yazısına… Mahçupyan’ın Yeni İttihatçılık hakkındaki iddialarına bir şerh koymaya çalışıyor Görmüş. Mahçupyan’ı okumuyorum, iddialarını bilmiyorum. Ama zaten konumuz açısından ehemmiyeti de yok. Görmüş, Erdoğan’ın “şahsı” ile kitle arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşmış. Bence bu tekil misalde de, genel olarak popülist denen oyuncuların kariyerlerinin okunuşunda da bir defo var. Erdoğan’ın kitlesi, Erdoğan’ın ne dediğine bakmıyor. Yani o “faizi düşüreceğiz” demiş, sonra yükseltmiş, filan bunların kitle açısından bir ehemmiyeti yok. “Kürt barışı” demiş, “AB üyeliği” demiş, “a zaten bizim de aradığımız bunlardı” filan deyip de Erdoğan’ın peşinden gitmemişler, gitmiyorlar. Oyun o “söylemler” sahasında oynanmıyor. Oraya biz, Nişanyan, Mahçupyan, Görmüş, siz, ben bakıyoruz. Oyun orada oynansın istiyoruz. Çünkü o sahada oynanan oyunu biliyoruz, maharetlerimizi o sahada sergileme şansına sahibiz.
Ve…
Bizi, ancak oyunu o sahanın dışına taşıyabilirlerse alt edebileceklerini idrak etmiş yığınlar var. Oyun, hanidir, o yığınların oynadığı alanda oynanıyor. Erdoğan, o yığınların birbirlerini kaybetmemek için faydalandıkları “rehber bayrağı”. Yabancı bir şehirdeki turistler gibi, hangi kafileye ait olduklarını teşhis etmekte faydalandıkları “şey”. Biz Erdoğan’ın dediklerine bakıyoruz, yığınlar onun elinde tuttuğu bayrağa bakıyorlar. Ve bize bakıyorlar. Bizden kaçınmak, bizden korunmak için birbirlerine yaslanmaları gerekiyor, kaybolmamak için o bayrağı gözden kaçırmamaları gerekiyor.
Hakan Şahin’in yazısına dönüp bitireyim. Biz Tatar Çölünün sınırındaki karakolda, Tatar Çölünden gelmesi ”beklenen” barbar taarruzuna karşı, insanlığın muazzam birikimlerini müdafaa etmek üzere görev bilinciyle beklerken, barbarlar bizim terk ettiğimiz şehirleri ele geçirdi. Yaşıyorlar. Mana filan aramadan, kendilerine manevi önderlik edecek birilerini beklemeden, kendi manalarını kendileri imal ederek…