Medeniyetler, Etnisiteler, Devletler, Kavramlar

Dawkins The Selfish Gene’i evrimin nesnesinin ne olduğu, seçilime konu olan unsurun tür mü, soy mu, birey mi olduğu tartışmalarının sıcak olduğu bir ortamda yazmış, seçilim oyununun gen üzerinde oynandığını iddia etmişti. Tartışma nereye evrildi, bir fikrim yok. Ama evrim denen şeyin ne kadar kolaylıkla ne kadar çeşitli yanlış anlamalara mevzu olabilir olduğunu, söz konusu tartışmanın zemini üzerinden ortaya koyabiliriz.
Berktay Avrupa veya Avrupalı diye bir özne görüyor. Onun muadili başka özneler görüyor. Esasında herkesin gözlüğünün filtresinden, aynı olmasa da mahiyet olarak benzer özneler geçiyor. Mesela birleri Türkler, Almanlar, Ruslar, Japonlar filan gibi özneler görüyor oyun sahasına baktığında. Başkaları Sünniler, Şiiler, gayrimüslimler filan görüyor. Bir tarihçi gözüyle bakıldığında, Roma Medeniyeti, İslam Medeniyeti, Hint Medeniyeti, Ortaçağ Avrupa’sı filan gibi daha soyut özneler görmekle avamın düştüğü tuzaklardan sakındığını düşünebilir insan.
Böyle özneler var mı? Var.
Şöyle bakalım bir de… Bayern Münih diye bir kulüp var mı? Var. Otuz yıl önce de vardı ve o kulübün takımı Avrupa’da futbol oynuyordu. Almanya futbolunu muhtemelen yine domine ediyordu. Ve fakat o Bayern kadrosundaki oyuncuların hepsi değişti. O Bayern’in kalesini Aumann koruyordu ve bir özneydi. Yaptığı kurtarışlar ve hatalar vardı. O kurtarışlar ve hatalar hakkında konuşulup duruyordu. Sahaya sürülen kadro ve o kadronun oyun planı, Aumann’ın güçlü ve zayıf yanlarına göre belirleniyordu. Ve saire…
Her biri teker teker konuşulmayı ve düşünülmeyi hak eden özneler olan o oyunculardan müteşekkil kadro da, başka bir düzlemde bir özneydi. Hamburg veya Dortmund, Real veya Milan teknik direktörleri o kadroyu ve o kadronun sahadaki yayılımını hesaba katmak zorundaydı.
O kadro tamamen değişti. Şimdi sahada bambaşka bir Bayern kadrosu var.
Ama…
Sadece kadro değişmedi, oyun sistemi değişti. Oyun hâlâ futbol. Hâlâ 11 kişiyle oynanıyor. Az çok değişmiş olsa da, oyun kurallarının ana gövdesi aynı. Ama şimdi sahada sergilenen şey, otuz yıl öncekinden köklü bir biçimde farklı. Çok daha hızlı mesela. Daha çok sayıda daha kaliteli pasa –oyunun yükünün sahadaki oyuncular arasında daha eşit paylaşılmasına– ihtiyaç duyuyor. Ve saire…
Oyunu daha hızlı oynayan sadece Bayern değil. Hemen bütün takımlar otuz yıl önceki takımlardan daha hızlı oynuyor. Dawkins’ten ilham alarak diyebiliriz ki, esasen seçilen ve yayılan, gen havuzunda konsantrasyonu artan başka bir şey var. Bakınca görülen bütün öznelerden farklı düzlemde bir şey o. Oyuncular da, onların teşkil ettiği takım da, o kadroları kuran ve tedrici olarak değiştiren kulüp de birer özne evet. Ama o özneler kadar görünür olmayan bir başka özne daha var. Ona oyun tarzı, oyun anlayışı diyelim.
Dawkins biyoloji âlemindeki geni öyle bir özne olarak görmüş, orada kalmamış, kültür alanında da genin muadili olarak mem diye bir şeyden söz etmişti.
Frankların kadın ve evlilik anlayışları, prensip olarak, tam da Dawkins’in mem dediği şeyin bir misali. Dawkins’e göre memler sınırlı olan insan zihninde yer edinmek için rekabet halinde olmalıydılar. Esasen burada insan zihninin sınırlılığından söz etmeye bile lüzum yok, eğer evliliği kurala bağlayacaksanız, alternatifler arasından sadece birini seçmek zorundasınız. O biricik düzende Frankların kadın ve evlilik anlayışları bir biçimde kendisine yer bulur ve sonra da yayılırsa… Dünyayı Türkler, Kürtler, Almanlar, Japonlar filan gibi öznelerden ibaret olarak gördüğünüzde teşhis edemeyeceğiniz bir evrim süreci çalışıyor demektir.
Mesele şu: Bayern’in yaptığını, mesela Hamburg yapamaz/yapamadı. Aynı habitat içindeydiler, aynı çevre etkilerine maruz kaldılar. Aynı çevre etkilerine az çok benzer reaksiyonları gösterdiler. Ama Bayern’in imkânları daha genişti. Daha çabuk oynayabilecek oyuncuları ayartma ve kadrosuna katma kabiliyeti daha yüksekti. Kadrosunda, hangisinin daha çok iş yapacağını bilemeyeceği daha çok oyuncuyu aynı anda barındırabilir durumdaydı. Filan. Bu imkânların sağladığı esneklik, değişim baskısına Bayern’in daha iyi cevap vermesine yol açtı.
Bu uzun süreç içinde çok sayıda futbolcu geldi geçti. Birileri efsane oldu. Hatırlanıyor. Kulüpler yükseldi, geriledi. Bazı kadrolar ezbere sayılıyor. Ama evrimin –yani tarihin– izleği, esasen, o oyuncular ve/veya kadrolar üzerinden sürülemez, ancak ve yalnız fikirler –oyun anlayışları– üzerinden sürülebilir.
Öyle yapılırken de sayısız hata yapılıyor.
Mesela Frank kadınlarının Akdenizli yerleşik toplumların kadınlarına kıyasla daha özgür olduğu fikri, galip ihtimal, bugünden geriye bakınca icat edilen bir fikir. Ama öyle olmasaydı, Frank kadınları daha özgür olsalardı da tuhaf olmazdı, çünkü Yirminci Yüzyılın başında da kırsalın kadınları şehirli kadınlara kıyasla daha özgür idiler. Anadolu’da da mesela…
Kadınları daha özgür olan o kuzeyli kavimler sarayları ele geçirdikten sonra, zamanla, olağanüstü merkezi düzenler tesis ettiler. Victoria Britanya’sı mesela, bildiğim kadarıyla, hem kadının ve hem de cinselliğin olağanüstü bir biçimde sınırlandığı, yukarıdan tarif edildiği bir düzene sahipti. Elbette gücü ve etki alanı şehirlerle sınırlıydı. Netice olarak tahtta oturan bir kadındı ama giderek genişleyen oy verme tabanına kadınların eklenmesi mümkün olmamıştı. Kadınların eğitimden faydalanmaları filan da öyle kolay olmadı mesela.
Özgürlük filan gibi kavramları da uluorta kullanamayız demek ki… Kavramın kendisi de değişiyor zamanla.
Neyi tutsak elimizde kalıyor. Medeniyetler, etnisiteler, siyasi teşekküller, kavramlar… Hiçbiri bize, Aydınlanmacıların murat ettiği gibi katı bir zemin, üzerine her türlü depreme mukavim gösterişli bir saray inşa edebileceğimiz bir zemin sağlamıyor. Çünkü her şey birlikte evrimleşiyor.
Bu hali, en altta asla değişmeyecek mukavim bir zeminin olmadığı, esasen her şeyin diğer başka şeylerin dizine oturduğu bir dünyayı içimize sindirmekten başka çaremiz yok ve bence bu hal iyi bir hal. Minnet duyulacak bir hal. Yakınılacak bir hal değil.