Modernleşme ve Kültür

Aşağıda yazdıklarım, “Biz Kimiz? Hikâyemiz Ne?” adlı videonun altına Orkun Günay tarafından yapılan yoruma bir cevap. Grafikleri filan oraya koyamayacağımdan, ayrıca çok uzun olduğundan ayrıca yazma ihtiyacı hissettim.

Türkiye Cumhuriyetine miras kalan yükseköğretim kurumları İstanbul Üniversitesi, İTÜ, Boğaziçi, Mimar Sinan. Hepsi de İstanbul’da olan dört üniversite. Tek parti döneminde —yani Türkiye’nin modernleşmesinin en yüksek vitese sahip olduğu iddia edilen yirmi üç yılda— kurulan biricik üniversite, Ankara Üniversitesi. 1955-57 arasında —yani gelenekçi karşıdevrimci DP iktidarında— Ege, Karadeniz Teknik, ODTÜ ve Atatürk kuruluyor. Sonraki Hacettepe on yıl sonra, 1967’de… 1973-75 arasında Çukurova, Dicle, Cumhuriyet, Uludağ, Fırat, Selçuk, İnönü, Ondokuzmayıs ve Erciyes üniversiteleri —toplam dokuz üniversite— kuruluyor.

Bir grafikle özetleyelim (düşey eksen kümülatif üniversite sayısı):

Aşağıda da başka bir grafik var. Mavi çizgi kırsal, turuncu çizgi ise şehirli nüfusun toplamdaki oranlarını temsil ediyor.

Ne diyor bize bu grafikler? Memlekette modernleşme lafını dillerinden düşürmeyen, modernleşme hayalinin kendi tekellerinde olduğunu vehmeden, bu arada Köy Enstitüleri, Köy-Kent projeleri gibi deha ürünü fikirler imal eden zevatın siyasi olarak hâkim olduğu dönemlerde Türkiye’de üniversite sayısı da artmamış, şehirleşme de… Beyefendiler ve hanımefendiler, ahalinin kılık kıyafetini ve dinleyeceği müziği tanzim ederek memleketi modernleştirmeye çalışırlarken… 1980’e gelindiğinde Türkiye üniversitelerinin kapısına bir milyon genç yığılmıştı. Üniversitelerarası Kurul, kendi şerlerinden kaçınmak kastıyla kurulmuş İktisadi ve Ticari İlimler Akademileri ile Devlet Mühendislik Mimarlık Akademilerini kapatmaya çalışmakla meşguldü.

Gelenekçi, karşıdevrimci, “bu bizim kültürümüze uymaz”cılar iktidarda olduklarında ise, üniversite sayısı da arttı, şehirleşme de vites büyüttü.

Nokta.

Atmosfere salınan kelimelerin frekansına bakarak “bunlar memleketin modernleştirmecileri, şunlar da gelenekselcileri” filan demenin bir manası yok.

Birincisi, modernleşme kılık kıyafetle, müzikle filan olmaz ama şehirleşmeyle, okullaşmayla olur.

İkincisi, dün olduğu gibi bugün de kılık kıyafeti, müziği filan gündeme taşıyıp “bu ahaliyle bir halt olmaz”lara varanların derdi zaten bu ahaliyle bir iş başarmak filan değil. Dün, sahip oldukları okul ve şehir imtiyazlarını muhafaza etmek derdindeydiler, bugün kaybettikleri o imtiyazların ardından hayıflanmaktan başka bir mesaileri yok. Çünkü başka bir zihinsel mesai için gereken donanımları, birikimleri yok. Hiç yoktu, bugün de yok. Olmaması da hiç umurlarında olmadı, bugün de olmuyor.

Üçüncüsü, Türkiye’de “memleketi ben modernleştiririm, bak ne güzel —Batılı gibi— giyiniyorum, ne güzel müzikler dinliyorum” deyip duranlara itiraz etmek, modernleşmeye itiraz etmek manasına gelmez. Modernleşmenin kendisi de itiraza açıktır, o ayrı. Ama Türkiye’nin modernleştirmecileri zaten modern değildiler, modernleştirici değildiler, öyle şeylere aklı ermeyecek kadar budala ve cahil ama YÖK’e başkan olursa, İstanbul Üniversitesine rektör olursa koltuğunu korumak için modernleşme lafları etmeleri gerektiğini idrak edecek kadar uyanık idiler. Modernleşme dedikleri de işte, kılık kıyafet, müzik, Kürt düşmanlığı, yabancı düşmanlığı filan gibi şeylerden ibaretti. Hâlâ da öyleler, bir adım yol alamadılar.

Memleketi onlarca yıl susta tutmuş, siyasi iktidarı kaybettikleri andan itibaren askeri ve adli bürokrasinin arkasına saklanıp imtiyazlarını muhafaza etmiş, şimdi o perdeyi kaybedince dımdızlak açığa çıkmış bu zümreyi ve onların ideoloji niyetine pazarladıkları şeyi eleştirmemek, bana göre suçtur. “Ama o eleştiri şunların işine yarıyor” filan. Geçiniz.

***

İmdi…

Ahali, görülüyor ki, imkân bulduğunda şehre göç ediyor, çocuğunu da okula gönderiyor. Ahalinin modernleşmeyle filan bir derdi yok. Ama kılığına kıyafetine, etnik kimliğine, inancına, müziğine karışılmasına itirazı var.

Olmasın mı?

Ahalinin şusuna busuna karışmakla da yetinmeyen, her fırsatı değerlendirip ahalinin muhtelif özelliklerini aşağılayan, böylelikle herhalde —mesela İspanyollara karşı— duyduğu aşağılık kompleksinin acısını ahaliden çıkaran, hayatında ahaliyi aşağılamaktan başka hiçbir vizyonu olmamış bir zümre, bu memlekete onlarca yıl boyunca vaziyet etti. Roman yazamadı, “ahali okumuyor” diye kabahati ahaliye attı. Gazete yapamadı, “ahali okumuyor” diye kabahati ahaliye attı.

Tekraren… Modernleşme kılık kıyafetle filan olmaz, şehirleşmeyle, okullaşmayla olur. Ahali şehirleşti/şehirleşiyor. Okullaştı/okullaşıyor. Ve ahaliye doğru dürüst şehir ve okul yapması gerekirken yapmayanlar, şimdi şehirleşmeyi ve okullaşmayı küçümsüyorlar. “Bu şehirlerde şehirlileşsen ne olur, bu okullardan diploma alsan neye yarar” misali.

Yap o vakit doğru dürüst şehir, doğru dürüst üniversite. Elini tutan mı var? Yapacaklar zaten de… Şu kılık kıyafet, Kürtlük, müzik filan gibi mühim meseleleri bir halledebilseler…

Türkiye’nin biricik değilse bile açık ara en büyük meselesi, kendilerini memleketin aydın kadrolarına atamış ama memleket hakkında zerre kadar kafa yormamış bu zevattır. Defalarca test edilmiş ve her defasında yanlışlanmış olan ezberlerini fütursuzca tekrarlamaktan geri kalmıyorlar. Bu ezberlerin başında da, modernleşme denen yolun kılık kıyafet, müzik filan gibi meselelerden geçtiği iddiası geliyor. Dünyada modernleşme denen şeyi bu zevatın anladığı gibi anlayan başka kimse yok.

Ne gam!

***

Gelelim meselenin öteki boyutuna…

Modernleşme diye bir tek güzergâh yok. Defalarca yazdım, benim kavrayışıma göre modernlik, İtalya’nın kuzeyi, İsviçre, Almanya, Fransa ve Britanya topraklarında zuhur etmiş bir hal. Planlanmamış, gerçekleşmiş. Modernleşme sürecinde bu coğrafyanın tamamı aynılaşmamış. Aralarındaki bazı farklar ortadan kalksa da, pek çok fark, hatta büyüyerek sürmüş. Yani kültürleri varmış ve yine var. Bu süreç içinde hepsinin kültürü değişmiş —kültür dediğiniz şey hep değişir zaten— ama birbirininkine yakınsamamış.

Kendiliğinden modernleşenler dışında, bir de modernleştirilenler —yani dünyanın kalanı— var. Herkes kendi kavlince, kabiliyeti nispetinde modernleştirilmiş. Ama Japonya’nın modernleşmesi ile Rusya’nınki aynı değil. Onlarınki Hindistan veya Lübnan’ınkini andırmıyor.

Modernleşme ve kültür arasında —daha doğrusu kültür ile her türlü değişim arasında, daha da doğrusu değişim ile her şey arasında— sürekli bir gerilim vardır, her şeyin bir atalet momenti (inertia) vardır ki değişime direnir. Buna yaslanarak modernleşme ile kültürün birbiriyle çeliştiği neticesine varılamaz. Neticede, kim ne murat ederse etsin, modernleşme dediğiniz süreç, dünyanın her yerinde, hatta kendiliğinden modernleşen toplumlarda da, değişim baskısının kültür ile diyalogunun ürünüdür. Dolayısıyla da herkesin modernleşmesi kendine…

Eğer modernlik denen halin herkesi birbirine benzeten bir havuz olmadığında, modernleşme denen sürecin de o havuza dökülen bir tek boru olmadığında hemfikir olabilirsek, bir adım daha atıp, Türkiye’nin meselesinin modernleşmeden kaynaklanmadığını, kendilerini modernleştirici kadrolarına atamış zümrenin modernleşmeden anladıkları zırvalıktan kaynaklandığını rahatlıkla iddia edebiliriz. Kültürü bilmeyen, bilmediği için önemsemeyen, dolayısıyla rahatlıkla yok sayan bir anlayışla malul bir modernleşme projesi oldu bir zümrenin. Kültürle diyalogu olmayan modernleşme de… Olmadı işte.

Bugün tarihe olabildiği ölçüde serinkanlı yaklaşanlar, yakın tarihimizin en modernleştirici öznesinin Abdülhamid olduğunu söyleyebiliyorlar —ki modernleşmeyi ve/veya Abdülhamid’i olumlamadan/olumsuzlamadan bu tespite katılıyorum. Abdülhamid’in dilinde hangi kelimelerin frekansının ne kadar olduğunun bir ehemmiyeti yok, yaptıklarının var.

Bu tespite ilave olarak iddia ediyorum ki, Türkiye’nin modernleşmesinin önündeki en büyük takoz, kendilerini ülkenin modernleştiricisi olarak pazarlamış tuhaf zümre oldu ve bugün de onlardır. Bu cümleyi “modernleşmenin önünde takoz olma” halini de, mezkûr zümreyi de olumsuzlayarak kuruyorum.

Neyse… Dağıttım yine. Ahali köyden şehre göçerken “kültürümde bu yok” demedi, çocuklarını okula gönderirken demedi, kadınlara oy hakkı tanındığında erkekler ayaklanıp “kültürümüzde yok” demedi. Adam karısının üstüne kuma alacakken medeni kanun çıktı, “alamazsın” dendi. “Ama kültürümüz” demedi. Cumhuriyet kurulurken demedi, Hilafet ilga edilirken demedi. “Şapka giyeceksin” dendiğinde…

Dedi.

Öyle her bir şeye “kültürümüzde yok” diye ayak direyen bir ahali yok. Aksine, Ruslara Japonlara, Mısırlılara, Hintlilere kıyasla çok daha esnek bir ahali var. O ahali bu hale geldiyse, oturup düşünmek gerekiyor.

Düşünmek?

Biz makbul bir okuldan bir diploma aldıydık, düşünmeden biliversek olmaz mı? Başımıza gelen her şey hep şu ahalinin aymazlığı, kültürü, müziği, kılığı yüzünden işte. Öyle demişlerdi, biz de kabul etmiştik. Bu ezberle kazansak yeniden, eski itibarımıza kavuşuversek… Nereden çıktı şimdi düşünme işi? Bize ağır gelir.

Kendi hesabıma, yıllara sâri yüzlerce araştırma tasarlamış, yürütmüş, yorumlamış, birçok çevrede farklı insanları dinlemiş, kabiliyeti ölçüsünde de sayıları okumaya çalışmış biri olarak vardığım neticeyi, burada defalarca tekrar ettim. Ahalinin Erdoğan’ı seçerken de, “kültürümüzde yok” derken de biricik derdi, herhangi bir işi becerememiş, ahaliyi şehirlerden ve üniversitelerden uzak tutarak kendi imtiyazlarını muhafaza etmekten başka bir derdi olmamış olanlardan müteşekkil kamburdan kurtulmak. Yoksa ne Erdoğan umurunda, ne de kültür.

Bu ahali, kendi kendine, kendisini modernleştirmeye soyunmuş olanların hayal bile edemeyecekleri kadar modernleşti. Modernleştirme lafı edip duranlar tarafından değil, onlara rağmen.