Nişanyan’a Özür Borcu

Nişanyan’la sohbetimiz boyunca Nişanyan’ın şık paslarını değerlendirememişim. “Ortaya karışık” laf kalabalığı olmuş benimki. Hiçbir şeyi tamamlamamış, hemen her şeyi yarım bırakmışım. Yazdıklarımı, söylediklerimi takip edenler için dert olmayabilir, onlar boşlukları doldurmuşlardır ama ilk defa beni dinleyenler için… Bilemedim.

Spesifik “bir tek” misal üzerinden gitseydim, belki de daha iyi olacakmış.

Mesela…

Dünyada temsili demokrasi krizde. Krizin türlü veçheleri var, envanterini çıkarmak müşkül. Türkiye’deki “siyaset” krizinde de dünyadaki genel iklimin etkileri var. Ama Türkiye’de, Türkiye’ye has bir husus var, mevcut siyaset mevzuatı, siyasi parti genel başkanlarını aşırı güçlü yapıyor. Türkiye’deki bütün koltuk sahiplerini —mesela belediye başkanlarını, rektörleri— aşırı güçlü yapan 82 rejiminin bir kastı bu. Yani daha önce durum böyle değildi. Elbette koltuk sahipleri hep güçlüydüler ama 82 rejimi sayesinde, herhangi bir koltuğa oturanı —eğer azıcık kafası çalışıyorsa ve istemezse— koltuğundan kaldırmak imkânsızlaştı.

90’ların ikinci yarısına kadar, neredeyse kimse siyaset mevzuatını problem etmedi. Neredeyse kimse… 82 sonrasında biz muhtelif iktidarlar gördük ve hep iri partilerin genel başkanlarından müşteki olduk. Genel olarak anlatılan hikâye, bizim siyasetçilerimizin utanmaz oldukları, koltuk hırsıyla malul oldukları şeklindeydi. Eğer öyle olmasalar, öyle olmayan bir siyasetçi bulsak, problemlerimiz çözülüverecekmiş gibi bir hava basıldı yani memlekete. Problem “insandaydı”, “kuralda” değil. O halde insanları değiştirmek/düzeltmek gerekiyordu. Sadece koltuğunu bırakmayanları değil, koltuğunu bırakmayan o adamları/kadınları seçenleri de…

“Eğitim şart” idi yani.

Benim “iddiam” ise, eğer kuralı değiştirirseniz, yani basitçe, genel başkanların kendilerini seçecek olanları seçmelerinin önüne geçerseniz, hiçbir genel başkan 82’den bu yana davrandığı gibi davranamazdı. Davranan, tasfiye olurdu.

(Yani benim bakış açım bir teslimiyet, bir kadercilik, bir inisiyatifsizlik ihtiva etmiyor. İnsanlarla uğraşmak yerine, kuralla dövüşmeyi telkin ediyorum.)

Genel başkanlar şimdi oldukları kadar güçlü olamazlarsa ne olur? Sıradan insanlar şimdi olduklarından daha güçlü olur. Türkiye’de “istenmeyen” şey bu. 12 Eylül generalleri, mevcut mevzuatı sıradan insanı oyunun dışına sürmek için icat etti zaten. Ama meseleyi 12 Eylül generallerine fatura edip işin içinden çıkamayız. Çünkü işbu mevzuat, “eskisine kıyasla daha ‘kaliteli’ meclisler yarattığı” gibi laflarla “övüldü”, sivil —veya sivil görünümlü, güya demokrat kanaat önderleri tarafından. Şimdilerde artık bu tür laflar etmek kolay değil ama 80’ler boyunca parlamenterlerin yabancı dil bilme oranları filan gibi istatistiklerle, ciddi ciddi, sıradan insanın oyun dışı bırakılması övüldü.

Ne olduğunu görüyorsunuz. Mesele sadece AKP vekillerinin Erdoğan’ın parmağı olmasından ibaret değil, çünkü CHP vekilleri de CHP Genel Başkanının parmağından ibaret. Neticede Türkiye’de bir genel başkanın, parti kurullarının —yani kendisinin “seçtiği” insanların— “reyleriyle” değişmesine, ancak onlarca seçim yenilgisi yaşandıktan sonra şahit olduk. Daha önce Yıldırım Akbulut benzer bir kaderi yaşamıştı ama orada parti delegelerini Özal belirlemişti, Akbulut’un “gitmesi” de Özal’ın —eğer tercihi değil idiyse— rıza gösterdiği bir şeydi.

“Sıradan insanın” oyunun dışında bırakılmasının neticelerini gördük. Oyun dışında bırakılamasaydı ne olurdu, bilmiyoruz. Hayatın bir “game” olması mevzuu da burada devreye giriyor. Öyle —benim yaptığım gibi— uzun uzun teorik laflar etmek lazım değildi. Hayat bir “game”dir, “game” olmaktan çıkarılıp bir kontrol sistemi halinde örgütlendiğinde, yaşadığımız şey olur. Olmuş olan bizim kontrol sistemimizin hatalı olmasından değil. Onun yerine daha iyi bir kontrol sistemi icat edilirse işler yoluna girmez. Olmuş olan, olmaması gerektiği yere bir kontrol sistemi monte edilmiş olmasından kaynaklanıyor.

(Bu arada, dünyadaki temsili demokrasilerin genel krizi de, başka birçok şeyin yanı sıra, hemen hepsinin giderek birer kontrol sistemi halini almasından kaynaklanıyor. Başka yerlerde mevzuat değişikliği gibi şeylere tevessül edilmedi ama giderek profesyonelleşen bir zümre, ağır ağır, sistemleri dejenere etti. Oy verme iştiyakı eridi. Sıradan insanlar giderek oyunun dışında kaldı.)

Sıradan insan oyunun dışında bırakılamasaydı neler olurdu? Olabilecek olanların envanterini çıkarmak da kolay değil. Ancak şunu emniyetle söyleyebiliriz ki, siyasi parti yönetimleri şimdikine kıyasla çok daha “istikrarsız” olurdu. İşbu istikrarsızlığın, hiç şüphesiz, pek çok olumsuz neticesi “de” olurdu. Bu mevzuu uzatmamak için noktayı şöyle koyayım: Siyasi parti genel başkanlarının aşırı güçlü olduğu, sıradan insanların oyun dışı kaldığı bir sistemin tez zamanda mevta olacağı kesindi —öyle oldu. Aksi halde, yani genel başkanların daha zayıf, sıradan insanların daha güçlü olduğu, sistemin unsurlarının daha istikrarsız olduğu bir durumda sistemin hayatta kalma “ihtimali vardı”. Hepsi o kadar.

Sormak gerekiyor.

Birinci sorumuz, sistemin en bariz arızası olduğu aşikâr olan bu çatlak, nasıl oldu da bu kadar süreyle sorgulanmadan yaşadı? Eh cevabı zor değil, 82 rejimi “aşırı güçlü” merkezler yaratmıştı. O aşırı güçlü merkezler, kendilerini güçlü kılan şifrenin saklandığı kasanın anahtarını bizlerden sakladılar. Baykal mesela, kendisinin sorgulanmasına itiraz etmedi ama kendisinin o koltukta oturmasını “garanti” eden düğmeye dokunulmasına izin vermedi. O düğmenin gündeme gelmesine bile izin vermedi. Sadece Baykal değil, hepsi aynı şeyi yaptılar/yapıyorlar.

İkinci sorumuz, esas meseleyi gözlerden kaçırma işini nasıl yapabildiler? Benim cevabım, kurallarla değil, insanlarla uğraşmamızı sağlayarak, ideoloji, fikir filan gibi görünen şeylerle uğraşmamızı sağlayarak yapabildiler. Yanlış olan, problem yaratan, örgütlenme tarzıydı, “kendiliğinden örgütlenmiş” olması gereken siyasi partilerin birer kontrol sistemi gibi örgütlenmiş olması meselemizdi. Şahıslar, ideolojiler fikirler konuştuk/konuşuyoruz.

Üçüncü sorumuz, erk sahipleri bu işi kendi koltuklarını korumak için yaptılar, tamam. Ama yığınlar bu oyuna nasıl geldi? Buna da kendimce bir cevabım var, yığınlar adına problemin kaynağını teşhis etmesi geren “entelijansiya”, erk sahipleriyle işbirliği yaptı. Önümüze şahısları, ideolojileri, fikirleri onlar attılar. Entelijansiyanın bu işi kötü niyetle, sistemden nemalandığı için yapması da gerekli değil —nemalanıyorlar, kendilerini sıradan insandan ayırt ederek, bahsi diğer. Entelijansiyanın “ideolojisi”, mekteplerde mütemadiyen yeniden üretilen ideoloji, zaten 82 rejimini tesis eden “ideoloji” ile aynı kaynaktan besleniyor: Aydınlanma Aklı.

Aydınlanma Aklı dediğim şeyin sayısız bileşeni var, yeri geldikçe işaret ettim/ediyorum. Mesela yukarıda işaret ettiğim, “garantili” çözümlerin mevcut olduğu, yani yaşadığımız şeyin bir “game” olmadığı/olmaması gerektiği varsayımı o bileşenlerden biri. İyi şeylerin ancak “kontrol sistemleri” marifetiyle gerçekleşebileceği varsayımı, bir başkası. Eh, garantili çözümler mevcutsa, onların da “kendiliğinden örgütlenme” marifetiyle değil de “yukarıdan aşağıya” kontrol sistemleri marifetiyle gerçekleşeceği de kesinse, “yukarıda”, en azından sıradan insanların üstünde, “yukarıya” yakın olanların “aklıyla”, yani entelijansiyanın aklıyla iş yapılması, sıradan insanın işe karıştırılmaması, zaten gerekiyor.

Dolaysıyla, kendi hesabıma en az iki netice çıkarıyorum. Birincisi, entelijansiyanın istihdam ettiği “akıl” kusurludur, onunla dövüşülmesi gerekir —bir defa daha inisiyatifsizlik telkin etmiyorum, aksiyon teklif ediyorum. İkincisi, eğer bir “suçlu” teşhis edilecekse, en azından bu büyük suç bahse konu olduğunda, sıradan insanlar suçsuzdur.

Çok özet geçtiğim herhalde aşikârdır. Toplumların problem çözen makineler olmadığı, öğrenen organizmalar olduğu mevzuuna girmedim mesela. Siyasetin işinin toplumun problemlerini çözmek olmadığı, toplumların kendi problemlerini çözebilen özneler olarak olgunlaşmasını sağlamak olduğu mevzuuna da… Eğer bir “mucize” gerçekleşse ve bütün problemlerimiz, mesela Vega’dan gelen uzaylılar tarafından çözülse, problemlerimizi “biz” çözmediğimiz için çözülmüş olmalarının hükmü olmadığına da… Esas olanın “toplumun öğrenmesi” olduğu, toplumun öğrenmesi denen şeyin bireylerin tedrisattan geçirilmesi ile sağlanamayacağı, “öğrenme” denen şeyin esasen nöronların örgütlenmelerindeki değişim olduğu, hata yapma ihtimalinin sıfırlanmasını talep etmenin esasen öğrenmeyi imkânsızlaştırmak manasına geldiği… Daha ne çok şeye değinmedim bile.

Bir tek “siyasetin örgütlenmesi” misali üzerinden bile, söylenmesi, detaylandırılması gereken sayısız faktör var ve ben çok “genel” laflar etmişim. Ama şuna işaret etmeden geçmeyeyim, burada yazdıklarım sadece siyasetin örgütlenmesi mevzuu ile sınırlı değil, eğitimden iktisada, şehirleşmeden teknolojiye her alanda yeniden üretilebilirler. Ve biz her alanı toplumdan, sıradan insandan kaçırarak, daha marifetli kontrol sistemleri kurmakla problemlerimizi çözebileceğimiz, ancak öyle çözebileceğimiz zannını yayarak, şahısları, ideolojileri, fikirleri konuşup toplumu suçlayarak “yaşıyoruz”. Bunu mümkün kılan ve “akla uygun” gösteren “aklı” yenilgiye uğratmadan, insanlığın muhtemelen yüz yüze geldiği en büyük meydan okumaya sağlıklı bir cevap üretemeyeceğimizi düşünüyorum.

Bitirmeden Nişanyan’dan da bir özür dileyeyim, fazlasıyla “genel” laflarıma çok tahammüllü davranmış.

One Comment

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin