Onca Cehalet Varken

140Journos Adalar’daki fayton hikâyesi üzerinden bir film yapmış. Hikâyenin aslının muhtelif boyutları olduğu gibi, 140Journos tarafından hikâye ediliş biçiminin de muhtelif boyutları var. O boyutların sadece birinin içinde debeleneceğim. Aylardır debelenmekte olduğum husus içinde…

Derdimi ifade etmek için en uygun sahne, gerçek hayatta faytonların aleyhine yapılan bir gösteri sırasında eline megafonu alan bir genç kızın “atlar koltuk değildir, onlar birer bireydir” filan gibilerden çığlık attığı sahne. Atlar adına konuşma salahiyetini kendisinde gören işbu genç kızımızdan mebzul miktarda var. Nereye dönsek onlardan biriyle karşılaşıyoruz. Adım adım erimekte olan (?) ekosistem adına konuşanlar da aynı kişiler. O aynı kişiler, kendisini müdafaa edemeyen herkesi müdafaa ediyorlar? Herkesi? Pek sayılmaz. Mesela faytoncuları müdafaa etmek onların işi değil. Faytoncular da kendilerini müdafaa etsin.

Esasen zurnanın zırt dediği yer tam burası. O genç kızımız ve onun gibiler, atları, çevreyi, koyları, aklınıza ne geliyorsa her şeyi o faytonculara ve o faytoncular gibi olanlara karşı müdafaa ediyorlar.

Meseleyi, 140Journos’un hikâye ettiği şey ile Gezi’yi mukayese ederek anlaşılır kılabiliriz.

Gezi’de de gençler bir parkı, parktaki ağaçları müdafaa etmek gibi bir işe kalkıştılar —sonra mesele büyüdü. Lakin Gezi’de, karşı tarafta, suçlanan, itham edilen anonim bir özne yoktu. Hatta başlangıçta Taksim’e tuhaf şeyler yapmaya teşebbüs eden —müşahhas bir özne olarak— iktidar bile karşı taraf değildi. Erdoğan kendi kendisine, kendisini o mevkie sonradan yerleştirdi —o vakit bile Gezi’nin müellifleri için mesele “Erdoğan’a karşı olmak” olmadı.

Günümüzün birçok sivil görünümlü hareketinde olay böyle değil. Mesela Adalar’daki atlar mevzuunda atlar tali mesele, atlara eziyet edenlerle dövüşmek gibi bir yüce misyon var. Atlara eziyet edenler, doğaya hassasiyet göstermeyenler, şu biçimsiz, cahil yığınlar… Adam edilemezler, eğitilemezler. Hadleri bildirilmeli.

Gelelim cehalet meselesine… Belgeselde de işaret edildiği gibi, eline megafon alıp, çadır kurup aktivistlik yapan gençler —veya her yaştan insanlar— son derece cahiller. Belirli bir konuda çok iyi yetişmiş olabilirler ama aktivistlik yaptıkları mevzuda zırcahiller. Tek boyutlu bir dünyaları var. Şuradan veya buradan önlerine düşen birkaç fotoğraf, birkaç slogan, mevzu hakkında bilinmesi gereken her şeyi öğrendikleri sonucuna varıvermelerine yetiyor. Ta ki, o fotoğraflar, o sloganlar, adam edilemez, eğitilemez olan o yığınların yeni bir aymazlığına işaret ediyor olsun.

Bu bir meydan savaşı.

Giderek kızışan bir meydan savaşının içinde yaşıyoruz. Ellerinde diplomaları, heybelerinde —genellikle baba parasıyla edinilmiş— bir imtiyaz, diplomalı çocuklara kaynak aktarmak üzere tesis edilmiş bir tırışkadan işler düzeni, o tırışkadan işlerin ve o işlere ödenen manasız ücretin sağladığı saygınlık gibi silahlarla dövüşenlere karşı, Trumpları, Erdoğanları, Orbanları koçbaşı olarak kullanan yığınlar arasında süren bir savaş bu. Sizi temin ederim ki, yığınlar kazanacak. Bu süreçten hepimizin daha az hasarla çıkmasını isteyen varsa, cahil olduğu mevzularda cahil olduğunu kabul edip… Sussun.

Biliyorum, olmayacak bir talep benimki. Çünkü… 140Journos’un belgeselinde de işaret edildiği gibi, esasen mevcut aktivistliklerin hemen hepsi, plazalardaki tırışkadan işlerinde tatmin üretemeyen, hayatına mana katamayan okumuş çocukların kendilerini iyi hissetmelerinin biricik yolu. Bu dünyada herhangi bir işe yaradıklarını hissedemiyorlar —çünkü işleri iş değil. Herhangi bir insanın veya canlının hayatını iyileştirmek için —mesela videodaki faytoncunun atları için yaptıklarını yapabilecek— becerileri yok. Okudukları/okuduğumuz okullarda gerçek hayatın gerçek problemleri için herhangi bir işe yarar bilgi kazandırılmamış. Önlerine düşen birkaç fotoğrafın veya sloganın peşine düşme zahmetine de katlanamıyorlar. Kendileri gibi olanları kolluyor, birinin haykırması üzerine hep birlikte haykırmaya başlıyorlar.

Netice?

Kendilerini iyi hissediyorlar.

Cehalet diz boyu.

Hep öyleydi. Mesela 6. Filo İstanbul’a geldiğinde alarma geçenler de, o alarma geçenlere insanlık dışı saldırıları yapanlar da, zırcahildiler. O gençleri birbirine karşı kışkırtan kalemşorlar da zırcahildi, dünyanın dinamikleri hakkında herhangi bir derin kavrayışa sahip değillerdi.

Derdimi daha nötr bir misalle anlatmaya çalışayım. 17. Yüzyılda Andreas Kempe adında bir İsveçli yaşadı. Tuhaf fikirleri yüzünden memleketinden sürüldü. Yazıp çizdikleri arasında bir parodi var, Cennetin Dilleri adında. Gününün genel kabulünün, Cennette bir tek dil konuşulduğu kabulünün aksine, Tanrı İsveççe konuşuyor, Adem Danca. Havva’yı baştan çıkaran yılan ise… Fransızca. Çünkü Fransızca öyle bir dil ki, en aklı başına insanı bile aldatmakta işe yarar. Filan.

Sözünü ettiğim dönem, Batı’da “Cennette konuşulan dil” konusunun bir defa daha hararetlendiği bir dönem. Ve mevzu etrafındaki tansiyon, o tarihten sonra uzunca bir süre hiç düşmeyecek. Sayısız laik aydın mevzua balıklama dalacak. Ve fakat o laik aydınlar, kutsal kitabın Yaradılış bölümündeki ayetleri esas alarak tartışacaklar. Kimi şu ifadedeki bu nüansı şöyle yorumlayarak bir şey diyecek, öteki ona itiraz etmek için filanca ayeti imdada çağıracak. Mevzuun dayandığı temelin bütün yapıtaşları yanlış, o yapıtaşlarının üzerine inşa edilen sütunların bütün taşları muhayyel olacak. Zamanla iş, herkesin kendi dilinin Cennette konuşulan dile en yakın dil olduğu iddiası üzerinden milliyetçiliğin inşasına gidecek.

Filan.

Avrupa’nın neredeyse bütün okumuşları, bütün nadide beyinleri, bu zırvalıkta bir biçimde taraf olacaklar. “Nuh’un çocuklarından filanca şuraya gitti, şu dili konuşuyordu, falanca buraya gitti, bu dili konuşuyordu” gibi argümanlar, “esasen bir tek lisan vardı ve dünya ne güzeldi ama insanoğlu Babil Kulesini yapmaya kalkıp Tanrıya meydan okudu, o da yeryüzüne inip lisanlarını birbirine karıştırdı” gibi argümanlarla yan yana, iç içe kullanılacak. Zırvalar yeni zırvalar doğuracak, tavşan gibi üreyecek.

Eğer cehalet, aptallık, bilginin üretilmesinde ve sınanmasında güvenilir kaynakların yokluğu insanlığın gidişatını ve istikametini tayin ediyor olsaydı, o Avrupalıların o bataklıktan çıkıp dünyaya hâkim olması, karşılaştırmalı filoloji, etimoloji filan gibi disiplinleri geliştirmesi imkânsız olurdu. Ama evet, o süreçlerin neticesinde doğdu bugün son derece saygıdeğer bir bilgi birikimi olan branşlar.

Ve…

O süreçte esas mesele hakikat değildi, hakikati aramak değildi. Elbette herkes kendince hakikatin peşinde olduğunu iddia ediyordu ama esas motivasyon, şu karşıdaki adamı, o adamın temsil ettiği kesimi, onun lisanını konuşan toplulukları alt etmekti. Nasıl 6. Filo etrafında dönen itişmenin esas derdi memleketi karşıdakilere bırakmamak idiyse… Ve nasıl esas derdimiz Adalar’daki atlar değil de mensup olduğumuz kesime mensup olmakla kendimizi iyi hissetmekten ibaret ise…

17. Yüzyıldan verdiğim biricik misal, rastgele bir misal değil. Giderek kızışan süreç, kendi burjuvazisine at koşturabileceği bir pazar sunmak zorunda kalan otoritenin imdadına yetişti ve milliyetçilik denen siyasi ideolojiye kaynaklık etti. Bana öyle geliyor ki, eğer lisanların mukayesesine evrilen o tartışmalar olmasaydı, milliyetçilik hiç olmayabilirdi. Daha yakın tarihten verdiğim misal, soğuk savaş denen parodinin nasıl sürdürüldüğünün misallerinden sadece biri. Adalar’daki atlar mevzuu da, kendi başarısızlıkları yüzünden geride kalmış yığınlara düşmanlık etmekten gayrı bir hayat amacı olmayan günümüz elitlerinin ürettiği ve yürüttüğü meydan savaşının basit bir muharebesi.

O kesimlere demek istiyorum ki…

Ellerinizdeki megafonları yavaşça yere bırakın. Kendinizi atların yerine koymaktan vazgeçin. Haddinizi bilin.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin