Siyasal İslam’ın Hali

Avrupa saraylarında da bol miktarda kadın vardı. Muktedirin/varlıklının cinsel hayatı tebaanın cinsel hayatı ile kıyaslanmayacak kadar çeşitli idi —üstelik muktedir genellikle erkek olsa da, kadın olduğu nadir durumlarda da kural değişmiyordu. Mevzuu Roma saraylarından biliyoruz. Muhtemelen bu bir Avrupa icadı da değildi, Cengiz’den biliyoruz. Filan.
Avrupa’da savaşı kazanan, kaybedeninin her şeyine, ama öncelikle de kadınlarına el koyuyordu. En kıymetli değilse de en acil savaş ganimeti kadınlar idi. Üstelik bu da bir Avrupa icadı değildi. Hatta insan icadı bile sayılmaz, çünkü rakip goril kabilelerine taarruz eden goriller de, erkekleri öldürüp dişilere sahip olma motivasyonuyla onca riski göze alıyorlar.
Hangi sarayda daha çok sayıda ve daha güzel kadın olacağının da, kimin daha zengin ve daha güçlü olduğu ile orantılı olduğunu tahmin edebiliriz. Dolayısıyla Avrupa’da bir dönem Abbasi ve sonra Osmanlı sarayları hakkında dile getirilen hikâyeler, belirgin bir imrenme tonuna da sahiptiler.
Sonra Avrupalılar Amerika’yı keşfettiler. Zengin oldular. Eskiden aşağıdan bakıyor oldukları Osmanlılara önce aynı hizadan, sonra yukarıdan bakmaya başladılar. Elbette dertleri güçleri Osmanlı’dan ibaret değildi —mesela artık Osmanlı ahalisinden daha zengin olsalar da hâlâ yoksuldular, gündelik dertleri vardı veya mesela veba filan gibi dertler geliyordu başlarına. Ama Osmanlı —Avrupalıların deyişiyle Türk— Avrupa’nın ötekisi idi. Avrupalılar için öyleydi.
Dolayısıyla…
Kendilerini Osmanlı’nın ötekisi olarak tarif ediyordular. Ve dolayısıyla, Osmanlı’yı geçiyor/geçmiş olduklarını idrak ettiklerinde, uzunca süredir güçlü olanın özellikleri olan ve dolayısıyla imrendikleri şeyler, aşağılık olanın özellikleri oldu ve aşağılanan şeyler oldu. Uydurma bir tarih yazıldı. Sanki Avrupalılar savaş kazandıklarında kadınları yağmalamamışlar, bu iş Osmanlı’ya hasmış gibi mesela… İnsani olan ve belki de insani olarak en evrensel olan cinsellik de, bu süreçte, yeniden yorumlandı. Kadın, eşcinsellik ve saire…
Kadına bugün sahip olduğu statüyü verdiklerini iddia etmiyorum. Aksine, özellikle Antik Yunan metinlerinden de güç alarak, kadını ikinci sınıf bir cins olarak tarif ettiler önce. Osmanlı zaten kadına düşkünlüğü yüzünden de kaybetmişti. Filan.
Mesele sadece kadın ve cinsellik meselesi değil. Bugünkü Avrupa’nın kavram haritasının birçok unsuru, kendilerini Osmanlı’nın değili olarak görmelerinden ve kafalarındaki Osmanlı‘nın değilini hayata geçirmeye çalışmaları sürecinde form kazandı.
Yani…
Bir bakıma, dönemin Avrupalıların haletiruhiyesi ve mesaisi, bugün her gün taarruzlarına maruz kaldığımız Özlemlerin, Fahrettinlerin, Süleymanların haletiruhiyesini ve mesaisini andırıyor.
Bir bakıma…
Çünkü çok bariz farklar da var.
Birincisi, Avrupa’da mezkûr iş, ağırlıklı olarak sivil unsurlar tarafından yapıldı. Üniversitelerde analizler yapıldı. Romanlar yazıldı. Salonlarda tartışıldı ve saire… Victoria’nın sarayında inşa edilmedi hikâye. Sokakta inşa edildi. İlmek ilmek dokundu ve sonra Victoria’nın sarayında hayata geçirildi.
İkincisi, demek ki, Victoria’nın sarayında hayata geçirildi. Yani Victoria kendisi, kendi sarayında, mazbut bir hayat sürdü. Ahaliye bir şey teklif ederken kendisi bambaşka işler yapmadı.
Üçüncüsü, Avrupa’da hikâyenin renk ve doku değişimi, Avrupa kazanmaya başladıktan sonra gerçekleşti, Avrupa Osmanlı’nın karşısında çaresiz iken değil. Yani Avrupa kadın ve cinsellik mevzuunda başka türlü bir kavramlaştırma geliştirdiği için kazanmadı, kazandığı için öyle bir kavramlaştırmayı üretti. Kazanmış olmasını açıklamak için. Şimdi, öyle tarihi istediğiniz gibi yeniden yazmakla kazanmanız mümkün değil. Kazansanız, tarihi istediğiniz gibi yeniden yazma lüksünüz olur.
Böyle bakınca…
Erdoğan’ın ve yanında beslediği şeylerin öfkeleri hiç anlaşılmaz görünmüyor, hiç sebepsiz de değil. Oturup bir takım saraylardan/yalılardan etrafa bir takım mesajlar yaymakla bazı dönüşümlerin gerçekleşebileceğini zannediyordular. Lafın değil yaşayışın belirleyici olduğunu idrak edemeyecek kadar zavallıydılar —âleme kaybettikleri yakınlarını içlerine sinecek biçimde defnetmeyi imkânsızlaştırırken kendileri kalabalık törenler yapmaktan imtina etmediler mesela. Lafla değiştirecekleri şeylerin kazanmayı sağlayacağına imanları da tamdı.
Şimdi kendilerini İslamcı olarak tarif eden ve fakat işbu iktidarın çekirdeğinden uzak kalmış birileri, sağda solda, “ne oldu, neden kaybettik” diye tartışıyor. Zaten tartışıyorlardı, İslam âleminin geneli adına… Son yirmi yıldaki tecrübe, bu tartışmaya yeni çeşniler kattı, “yahu siyasi iktidarı kazandığımızda, kaybımız —İslam’ın kaybı— neden hızlandı” gibilerden. Ve yine, her zaman yaptıkları gibi, metinlerin, lafların içinde debelenip duruyorlar.
Hayırlı işler!