Tasarımın Harikuladeliği

Ege Cansen Christakis’e gönderme yaparak, “dünya iyiye gider, çünkü iyi olarak tasarlanmıştır” demiş. Christakis’in böyle bir şey dediğini bilmiyordum, öğrendim, memnun oldum.
Benim bakış açıma göre de dünya giderek daha iyi oldu ve bundan böyle de her nesilde daha da iyi olması galip ihtimal. Ve benim bakış açıma göre de bu gidişat, dünyanın tasarımının beklendik bir neticesi. Christakis bu lafları hangi bağlamda etmiş, yanına yamacına ne koymuş, bilmiyorum. Cansen de —kısa bir köşe yazısında özetlemek zorunda kaldığından— meseleyi basitleştirmiş diye düşünüyorum. Yoksa dünyanın tasarımının, yani evrimleşerek işleyişinin her an bir topyekûn çöküş riski/ihtimali barındırdığını da unutmuyorum.
Günümüzün kıyamet tellallarının aksine, dünyanın tasarımının onların zannettiğinden çok daha mukavim olduğunu, sözünü ettiğim topyekûn çöküş ihtimalinin bizim yapıp ettiklerimizden kaynaklanmadığını, bizim, netice itibariyle o tasarımın sayısız yan ürünlerinden sadece biri olduğumuzu düşünüyorum. Yani okyanuslardaki canlıların vücudunda bile mikro-plastikler bulunmasından yola çıkıp da bir topyekûn çöküş riski görmüş değilim. O riskin de tasarımda içkin olduğunu, ampirik gerekçelerle değil, teorik bilgi ile biliyorum. Tasarımı kıymetli, saygıdeğer, yaratıcı ve mukavim kılan da, zaten, o riskin mevcudiyeti. Aksi halde Matrix olurdu —ve mimar da Matrix’in işlemediğini idrak ettiğinde, tasarıma o riski yerleştirmek mecburiyetinde kalmıştı.
***
İmdi…
Bütün bunları, o tasarımın ürünlerinden bir ürün olarak söylüyorum. Dolayısıyla, tasarımın iyiyi dayattığını söylemem, eğer dışarıda, tasarımın dışında, Platoncu ve/veya Kantçı bir akıl olsaydı, o akıl için hiçbir mana taşımayacaktı. Bana dönüp diyebilirdi ki, “zaten o tasarım tarafından biçimlendirilmişsin, o tasarımı iyi bulmaman beklenemezdi, o tasarımı senin iyi bulman da tasarımın iyiliğinin delili sayılmaz.” Haklı olurdu.
Kendi hesabıma, gençliğimin uzunca bir dönemini, o muhayyel ve mutasavver dışarıdaki akla ulaşmak için helak ettim. Tasarıma dışarıdan bakacak kadar yükselebilirdim ve saygıdeğer bir hayat da ancak o yükselme yolunda geçirilen bir hayat olabilirdi. Kalan bütün sıradan hayatlar son derece basit, yavan, değersiz şeylerdi. Ye, iç, hayvani ihtiyaçlarını karşıla… Eşekler de yapıyor onu.
Bildiniz, dibine kadar Platoncu idim.
Dışarısı diye bir şeyin olmadığını, olamayacağını idrak etmek yetmiyor. Dışarıya, yukarıya doğru hareket etmek hâlâ —orada, burada yazıp duran sayısız insan da delil ki— insana en yakışan varoluş tarzı olarak görülebilir. “Tamam, tasarım böyle ve biz de onun dışına çıkamayız ama bu berbat tasarımın dışını/üstünü hayal etmeyeceksek neden insan olarak var olduk ki?”
Benim açımdan da kırılma, dışarısının olmadığını idrak ettiğimde gerçekleşmedi, içerisinin, tasarımın müthiş güzelliğini hissetmemle gerçekleşti. Olağanüstü bereketli, durmaksızın çeşitlilik yaratan, yarattığı çeşitliliği olağanüstü kompozisyonlar halinde bir araya getirip besteleyen müthiş bir tasarım.
Kadim bilgeliklerin hemen hepsi, ortaya çıktıkları dönemin —teknolojik aşamanın, kullanılan lisanın— imkânları çerçevesinde, tasarımın harikuladeliğini hissettirmeye adanmışlar. Hatta Kant bile —Hegel’den emin değilim. Ama Platon —kesinlikle— hariç. Platon’la ihtilafımızın temelinde yatan da, tasarımın harikuladeliğini idrak edemeyip, tuhaf, biçimsiz, hayatta kalması imkânsız, basit bir Platonik güzelliği pazarlaması.
Türkoğlu Pagy ile anlaşamayacağımız husus da, galiba bu noktada ortaya çıkıyor. Bir insan, tasarımın —kusursuzluğunu, mükemmelliğini değil— harikuladeliğini idrak edip, o harikuladeliği teslim edip, o tasarımın içinde, o tasarımın imkânlarından istifade ederek kendisini geliştirebilir, o tasarıma layık olmaya çabalayarak yaşayabilir. Türkoğlu Pagy de sanki öyle bir zeminden yazıyor gibi oluyor, sonra aniden, birilerine referans verirken, bir şeyleri bizden daha iyi biliyor olduğunu teşhir ederken, sanki tasarımı değil de tasarımın ürünlerinin bazılarını harikulade buluyor gibi görünüyor. Yani öyle görünüyor ki…
Mesela…
Yunus Emre bize tasarımı işaret ediyor. Tasarıma bakmamızı teklif ediyor. Hani adam çocuğuna “ben sana güneşi işaret ediyorum, sen parmağa bakıyorsun” demiş ya, Türkoğlu Pagy de Yunus’un işaret ettiğine değil, Yunus’a bakıyor gibi görünüyor. Yunus’un işaret ettiğine değil de de Yunus’a bakmamızı telkin ediyor gibi…
***
İki husus var.
Birincisi, tasarıma hayran olmayı becerip beceremeyeceğimiz. Hepimiz beceremiyoruz. Becerebilenlerimiz, genellikle, mütemadiyen beceremiyor. Ve dünya, görünen o ki, tarihi boyunca hep, tasarımın harikuladeliğini idrak etmiş olanlar ile edemiyor olanlar arasındaki gerilimi yaşadı. Bundan böyle de yaşayacak gibi görünüyor. Bir yandan da her insan bir dünya, kendi içinde tasarımı idrak etme/edememe gerilimini yaşıyor.
İkincisi, evet kadim bilgelikler hep, tasarımın harikuladeliğini dile getirme iddiasına sahip olmuşlar. Ama ortaya çıktıkları dönemin lisanıyla ve o dönemdeki anlayışla/teknolojiyle —teknoloji derken bir takım araç-gereçlerle sınırlı bir şeyden söz etmiyorum, bilginin örgütlenme biçimlerinin tamamını kastediyorum. Dinler öyle, tek tanrılı dinler öyle, felsefe öyle… Bugün bu lisanların eski ve uygunsuz kaldığını düşünüyorum. Ama mesela Christakis’in meşgul olduğu konuların ve istihdam ettiği teknolojinin bugüne uygun olduğu kanaatindeyim.
Duymuşsunuzdur, adam demiş ki, “Neslican kızımız seküler dünyasallaşma rüzgârına kapılmasaydı, dinlerin teselli gücünden faydalansaydı hastalığı düşman gibi görmezdi.” Kıyamet koptu. Anlaşılan Beki de yoga moga laflarıyla topa girmiş. Hocamız kabiliyeti oranında ironi yaparak zamanlama hatası yaptığını kabul etmiş, filan.
E evet, dinler, tasarımın harikuladeliğine dikkat çekerek, başımıza katlanılmaz şeyler geldiğinde ona katlanma gücü veriyorlardı. Ama rektör efendinin yaptığı tasarıma gönderme yapmak değil, dine gönderme yapmak. Güneşi işaret etmiyor, parmağı işaret ediyor. Velakin o parmak artık güneşi göstermiyor. Ayı bile göstermiyor. Bir takım adamları, bir takım metinleri, hayatiyeti olmayan bir yığın şeyi işaret ediyor. (Beki’yi de unutmayalım, evet yoga filan, o parmağın işaret edememeye başladığı şeyleri işaret etmeye çalışan bir şey oldu —birileri için, benim için olmasa da…)
Neslican Tay mevzuunu yakından takip etmedim. Ama uzaktan gördüğüm kadarıyla, hayata tutunma azmiyle, ona ders vermeye kalkan rektörden —ve Beki’den— misliyle daha saygılıydı tasarıma. Bir defa o tasarımı saygıdeğer ve harikulade kılan yanı hayatı üretmesi zaten. Çünkü ölüm sıradan ve kolay, müşkül olan hayat, hayatta kalmak. Rektörün işaret ettiği kadim bilgeliğin “ölüme çare yok” derken ifade ettiği şey, rektör efendinin anladığı şey hiç değil. Aksine, “hayata tutunun, kusurlu olsa bile, size kusurlu gelse bile”.
Bilgelikten nasibini alamamış, önündeki kâğıtta yazılanları ezberleyerek ve kıymeti o kâğıtlarda bilerek buralara gelmiş birine ne diyeceksin!