Amerika’yı Yeniden Keşfetmek

Dünden devam edeyim.

Erdoğan’ın, Kalın’ının ve sair neferinin yapıp ettiklerini onaylamak aklımdan geçmez. Geçmeyeceğini tekrar tekrar, her ihtiyaç duyduğumda dile getiriyorum. Zerre kadar zihinsel birikimleri olmadığı, memleketi ve dünyayı zerre kadar anlamadıkları, aradan geçen süre içinde gizlenemeyecek kadar belirginleşti zaten.

Bir parantez açayım.

Memleketin modernleştiricilerine —yani “bu memleketin modernleştiricileri biziz ha, şaşırmayın” deyip duranlarına— şapka giyip kravat taktıkları, Bach, Beethoven dinledikleri için itiraz etmiyorum. İşgal ettikleri koltukların hakkını veremedikleri, mesela ahali şehirlere göç etmeye başlayınca “gelmeyin” demek dışında bir reaksiyon gösteremedikleri, gecekondulaşmaya mani olamadıkları, şehirleşme rantının mafyalar tarafından yutulmasına —ahalinin mafyalar tarafından soyulmasına— seyirci kaldıkları için itiraz ediyorum. Ahalinin çocukları üniversite kapısına yığıldığında yine “ne yapacaksınız okuyup” dedikleri, üniversite kurmadıkları, akademileri kapatmaya çalıştıkları, var olan üniversitelerden insan içine çıkacak kalitede bir şey yapamadıkları için eleştiriyorum. Okunacak roman yazamadıkları için eleştiriyorum. İki millet yaratmış olduğu söylenen ve bolca hamasetle zikrettikleri Çanakkale Savaşının şöyle gösterişli filmlerini yapamadıkları için eleştiriyorum. İşbu zümre, olur olmaz her yere bir Atatürk heykeli dikti ve hâlâ o heykellerin gölgesinde konuşuyor ama doğru dürüst bir Atatürk filmi bile yapamadı. Yapılmasına mani oldu. Daha ne olsun!

Kaldığımız yere döneyim.

Mevcut heyete de dindar oldukları için karşı değilim. Oturdukları koltukların hakkını veremedikleri için karşıyım. Görülüyor ki, “ulan memlekette işler yolunda gitmiyor çünkü alnı secde görenleri dışlıyorlar, eğer alnı secde görenleri yetkili kılarsak her şey kendiliğinden düze çıkacak” diye varsayıyorlarmış. Bu kafalarla hızlandırdıkları trenler raydan çıktı. Madenlerde onlarca insanımızı kaybettik. Türkiye’nin itibarı beş paralık oldu. “Almanya bizi kıskanıyor” teraneleriyle, olanca pişkinlikleriyle oturuyorlar oturdukları yerde. Cumartesi Annelerinin pasif direnişinden bile nem kapacak kadar zavallı ve tiksinti vericiler. Memlekete verdikleri hasarın bilançosunu çıkarmaya kalksak, Britannica kadar hacme ihtiyaç var.

Tarihin görüp gördüğü bu en basiretsiz, en beceriksiz ama üstüne üstlük en pişkin, en yüzsüz, en nobran, en despot heyet nasıl olup da iktidarda kalıyor? Çünkü karşılarındakiler “bunlar bir işi beceremiyor” demediler, “bunlar dindar” dediler. Demiş oldular ki, “biz iktidara gelirsek yine sizin inancınızla, kılığınızla, müziğinizle uğraşacağız, sizi döve döve modernleştireceğiz.” Modernleşmeden anladıkları hâlâ bu. “Her ile üniversite mi olurmuş, şehre göçü önlemek için tarımı teşvik edeceğiz” ve saire deyip duruyorlar hâlâ. Bu kadar dayak yediler, hâlâ meselenin esasını öğrenemediler.

Dolayısıyla Erdoğan ve şürekâsının yapıp ettikleriyle uğraşıp durmanın manası yok. İstanbul Sözleşmesine karşı çıkanlar, on üç yaşındaki kızlarla evlenme hayali kuranlar, LGBTİ’yi bastırmaya çalışanlar toplumun ana gövdesi değil, birkaç bin kişi. Ve deyip duruyorum ki, kendi hesabıma, o birkaç bin kişiye sanki toplumun ana gövdesiymiş gibi muamele ederseniz, toplumun ana gövdesini o birkaç bin kişiye rehin bırakmış olursunuz.

CHP son dönemde bir tek ciddi zafer kazandı. Çocuk tecavüzcülerinin affedilmesine direndiğinde… Orada gösterdiği direnci başka herhangi bir hususta gösterebildi mi? Esasen o konuda da fevkalade ümitsiz idiler, “yahu gidin üzerine, bu toplum bunları içine sindiremez” dediğimde gösterdikleri reaksiyondan hatırlıyorum. Muhtemelen AKP’nin en masum ve insani tasarrufu idi —mesele esasen çocuk tecavüzü değildi, çocuk yaşta evlendirilmiş olanlardı— orada bile geri adım atmak zorunda kaldılar.

Mesele şu: Kılık kıyafetle, müzikle filan ahaliyi modernleştirmeye soyunmuş olanlar, bu memleketi, memleketin insanını, esasen insan denen mahlûku tanımıyorlar. Bilmiyorlar, öğrenmeye de hevesleri yok. İktidarı onların elinden devralmış olanların da farkı yok. Memleket cahil olan, daha fenası cehaletinden gurur duyan heyetlerin birinin elinden diğerinin eline geçiyor.

Ve biz…

“Acaba şu gider de yerine bu gelirse” filan makamında konuşuyor, kırk yıl önceki kavram haritasına bakarak yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Ne dünya kırk yıl önceki dünya ve ne de Türkiye kırk yıl önceki Türkiye. Esasen kırk yıl önce de Türkiye, sol, sosyalizm, muhafazakâr yığınlar, dindarlık, modernleşme, milli kültür, ulus-devlet filan gibi kavramlarla kavranabilir bir Türkiye değildi ama aynı bayat ezberleri şehirli nüfusun payı yüzde seksenlere dayanmışken, okullaşma oranı buralara gelmişken, 35 yaş altı nüfusun neredeyse tamamı her gün İnternete erişebiliyorken, sanayi katma değer ve istihdam yaratma kabiliyetini büyük ölçüde yitirmişken… Daha bir yığın şey olmuşken tekrarlayıp durmak… Ne bileyim!

İbrahim Kalın ne demiş? “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamandır.”

Biz, evet, masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Kalın elbette pas geçmiş, her coğrafyanın masalları var —Afyon hariç, orada bebekleri afyonla uyuta gelmişler. Ama bizim de masallarımız var. Farklı masallar. İçinde bulunduğumuz coğrafyanın sayısız ayırıcı özelliği, başka yerlerinkinden farklı birikimleri var.

Ve bize evet, modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı/anlatılıyor. Türkiye’ye, çok uzun süredir, kendisi olmaktan vazgeçmeden saygıdeğer bir özne olamayacağı söyleniyor. Başkaları söylemiyor bunu, kendi içinden yetiştirdiği çocuklar söylüyor. Mesele şu ki, o çocuklar ne buraya dair masalları ve ne de propagandasını yaptıkları başkalarının hikâyelerini bilmiyorlar. Öğrenmeye tenezzül de etmiyorlar.

Geçende sözünü etmiştim, Berktay uzun bir yazı dizisiyle, güya “Osmanlı modern miydi” sorusuna cevap vermeye çalıştı. Orada başka dişe dokunur bir şey görülebilir mi bilmem ama makbul okullarda okumuş sıradan bir Türk gencinin trajedisi aşikâr olarak görülüyordu. Batılılar kendi tarihlerinden yola çıkarak bir feodalite kavramı geliştirmişler. Onu almış, kullanmışsın. Senin toplumunun dinamiklerini açıklamadığını ta neden sonra fark etmişsin. Yani kendini anlamaya yetmeyeceğini idrak edene kadar o kavramı —başka benzeri kavramlarla birlikte— sağa sola sallamışsın. Ta neden sonra birileri “ya bu uymuyor galiba” demiş, feodalite kavramını aldıkları yere müracaat ederek, “bu uymuyor, uyacak bir şey var mı” diye sormuş. Kendileri bir şey geliştirmeye çalışmamışlar.

Çünkü öyle bir şey, yazılı olmayan kurallarla yasaklanmış bu toplumda.

Ne olmuş? Şeker hastasına tansiyon ilacı vermişsin. Hastalık derinleşince de… Sitem ediyorsun, “neden benim bünyemi de sizinki gibi teferruatla analiz etmediniz” diye…

Burası farklı. Çünkü her yer farklı.

Kalın’ın haksız olduğu biricik yer son cümle. Neden kendi hikâyemizi yazma zamanı şimdi? Neden dün yazmadınız? Neden iktidara gelmeden önce yazmadınız? Yirmi yıldır neden yazmadınız? Yazacağınız hikâye sefir tokatlayan Abdülhamid midir?

Bizim “sefir tokatlayan sultanı —veya kadın dövmeyi— kendi kültürü zannetmek” ile “kültürü reddetmek” dışında seçeneklerimiz var. Olmalı.

Çünkü birileri kendi tarihlerini didikleyip feodalite kavramını geliştirdiklerinde, feodalite kavramı doğru olduğu için yol almış olmuyorlar. O didikleme sürecinde değiştikleri, kendilerinin farkına varıp kendilerini değiştirmenin yeni imkânlarını keşfettikleri için yol alıyorlar. Yani feodalite kavramı Osmanlı’yı açıklamaya yetseydi bile işe yaramazdı.

Amerika’yı keşfetmek gerekir, gerekirse yeniden keşfetmek.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin