Aristokratlar, Köylüler, Tasmanyalılar

Darwin Avustralya ziyaretinden sonra, “Avrupalıların ayak bastığı her yerde ölüm yerlileri kovalıyor” demişti. Ne kadar soylu bir tespit.

Neden öyle oluyordu?

Tasmanya misaline bakalım. Uzunca bir süre boyunca Avrupalıların pek ilgisini çekmemiş gibi görünüyor. 1642’de keşfedilmiş olmasına rağmen, ilk beyaz yerleşimleri ancak izleyen yüzyılın sonlarında gerçekleşiyor. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemde adada, binlerle ifade edilen yerli nüfus yaşıyor. Çok geçmeden önemli bir bölümü beyazların taşıdığı bulaşıcı hastalıklardan ölüyorlar. Adaya yerleşenlerin büyük çoğunluğunun erkek olması yüzünden, Avrupalılar yerli kadınlara göz koyuyorlar. Adanın nispeten verimli arazilerinden sürülmüş olan yerliler ile Avrupalılar arasındaki gerilim yükseliyor.

Otuz yıl içinde yerli nüfus neredeyse yok oluyor. Geriye kalanları —kendi selametleri için— toplayıp daha kuzeydeki bir adada medenileştirmeye karar veriliyor ama ona sonra geleceğiz.

Şimdilik gördük ki, Darwin haklı, Avrupalılar gittikleri yere ölüm götürüyorlar. Yerliler için ölüm. Yoksa, beyaz nüfus hızla artıyor. Yani biyolojik açıdan bakacak olursak, Avrupalıların Tasmanya’yı kolonileştirmesi, insan türü açısından bir zafer bile sayılabilir. Ancak birkaç bin kişinin geçinebildiği topraklarda, yüz binlerce nüfus yaşayabilir oluyor.

Ama öyle bakamıyoruz. Anlaşılan o ki, en azından Darwin öyle bakmıyor/bakamıyor.

Mesele şu ki, Darwin, önce Avustralya’ya, sonra oradan Tasmanya’ya göç ederek —ve Avustralya’nın ve Tasmanya’nın yerlilerini imha ederek— hayatta kalma şansı bulanlar ile aynı ırktan. Aynı lisanı konuşuyorlar. Aynı medeniyete mensuplar. Haritayı netleştirelim. (a) Darwin var. (b) Onunla aynı medeniyete mensup olan ve fakat onun kadar incelmemiş, gaddar yığınlar var. (c) Amerika kıtalarının, Afrika’nın, Okyanusya’nın yerlileri var. İkinci gruptakiler üçüncü gruptakilere zulmediyor ve birinci gruptakiler bu vahşete şahit olmaktan inciniyorlar. Siz de o ikinci gruptakilerden, onların yapıp ettiklerinden fena halde nefret ediyorsunuzdur, şüphem yok.

İyi de…

İrlanda’da veya Galler’de doğmuş birinin dünyanın öbür ucunda, Hudson nehrinin kıyısında veya Tasmanya’da işi ne? Sizce o insanlar doğdukları yerde, kendi lisanlarını konuşan insanların arasında yaşayıp, yaşlanıp ölmeyi tercih etmezler miydi? Bence ederlerdi. Darwingiller, Darwin’in sınıfına mensup olanlar, o insanları çiftliklerinde boğaz tokluğuna çalıştırdılar, kırbaçlayarak kömür madenlerine soktular ve inançlarını yaşamalarına da izin vermediler.

Yani?

Darwin Avustralya’da gördüğünde tiksindiği şeyi, kendi adasında, Britanya’da hiç de tiksindirici bulmuyordu. Kendisi, kendi sınıfına mensup olanlar, bir avuç Britanyalı, aynı lisanı konuştukları yığınlara mensup olan insanlara mülkleriymiş gibi muamele ederken hiç de yadırgatıcı görünmüyordu. Nasıl yadırganabilir ki! Kömür madenlerine tıkılan o kaba saba, pis, medeniyetten nasibini almamış yığınlar ile merak içinde âlemin şifresini çözmeye bir ömür adamış olan Darwin nasıl olur da aynı terazide tartılabilir! Olacak iş mi!

***

Tasmanya’da yaşananların neticesinde yeryüzünde hiç Tasmanyalı kalmadı —Avrupalı erkeklerin Tasmanyalı kadınlardan doğmuş az sayıda çocuğu dışında. Ama o Tasmanyalıları imha edenlerin torunlarının torunları, yaşanmış olanların üzerinden bir tartışmayı, giderek hararetli bir biçimde sürdürüyorlar. Bu tartışmanın ortalarında bir yerde, 1982 yılında, bir Avustralya gazetesinde bir okur mektubu yayınlandı. Mektubu yazan, Tasmanya’ya ilk yerleşen beyazların son derece barışçı ve ahlaklı insanlar olduklarını, buna mukabil Tasmanyalıların hain, güvenilmez, cani ruhlu, savaş meraklısı, ahlaksız, muhteris, parazit taşıyıcısı insanlar olduklarını iddia ediyordu.

Esasen o ilk yerleşimciler Darwingiller kadar medenileşmiş olmasalar da medeniyet görmüş insanlardı. Adaya yerleştiklerinde kurallar koydular. Sınırlar çizdiler ve Tasmanyalılara anlatmaya çalıştılar ki, kurallara uymaz, sınırları ihlal ederlerse, başlarına geleceklere de katlanmak zorundalar. Tasmanyalılar uslu durmadılar. Hadlerini bilmediler. Avrupalı yerleşimcilerin topraklarına tecavüz ettiler. Filan.

Daha en başta aralarında Darwingiller yoktu, yani hepsi ya kömür madenlerinde, çiftliklerde çalışmaktan kaçmış, veya inançlarını yaşamakta kararlı kişilerdi. Çoğu, Britanya’da kuralları koyanların kurallarını bir biçimde ihlal ettikleri için başları derde girmiş insanlardı. Uzak yerlere göçtüler, kurallar koydular. İklim filan elverişli ise, Avrupa’da talebi olan şekeri, kauçuğu filan yetiştirmek için plantasyonlar kurup, Darwingilerin kendilerine yaptığını yerlilere yaptılar. Onları madenlerin yanı sıra plantasyonlarda çalıştırdılar.

Günümüzdeki haritayı da netleştirelim.

Tamamı aynı vahşi, gaddar Avrupalıların soyundan gelmiş birileri var. Anlaşılan o ki, aralarından yeni Darwinler çıkarmışlar ve “ama olmaz ki, atalarımız yerlilere çok ayıp etmişler” filan diye vicdan yapıyorlar. Darwin hiç değilse yaşanmakta olan bir süreç hakkında ahkam kesiyordu, bunlar üstelik, yüzlerce yıl önce yapılmış olanda taraf olmak üzerinden bir soyluluk çıkarmaya çalışıyorlar. Bedava bir soyluluk. Sıfır maliyetli…

Avustralya gazetesine yazılan ve tarihsel gerçeklikle zerre kadar alakası olmayan mektuptan anlıyoruz ki, bir de o aynı tarihi temizlemeye çalışanlar var. Yani görünüşe göre, ortada tarih savaşları var. Öyle görünüyor. Ama öyle değil. Esasen her zamanki ve her yerdeki savaş tekrarlanıyor. “Ay ne kadar biçimsiz bir tarihimiz var, kusacağım neredeyse, midem kaldırmıyor, benim gibi medeni bir insanın asla hazmedebileceği şeyler değil bunlar” deyip duranların yegâne derdi, birilerini dövmek.

Kimleri?

Darwin olup bitenden kimi mesul tutuyorduysa, onların bugünkü muadillerini. Bugün Darwin zamanındaki kadar keskin sınıf farklılıkları yok belki, kömür madenlerinde, çiftliklerde zorla insan çalıştırmak kabil değil. Ama kendilerini toplumun kalanından ayırmak isteyen, daha temiz, daha medeni olduklarına inanan, başkalarının da onları daha temiz, daha medeni görmesi gerektiğini dayatan, öyle görülmelerini garanti altına alacak kurallar koyan birileri var. O kurallar “soykırımı tanıma yasası” filan gibi kanunlar olabildiği gibi, muhtelif yönetmelikler filan da olabiliyor. Ama çoğu zaman sadece belirli mekânlarda —mesela üniversitelerde— ve belirli ortamlarda —mesela medyada— tekrarlanıp duran ayetlerden ibaretler.

***

İmdi…

Tasmanyalılardan geriye birkaç yüz kişi kaldığında, adayı yöneten Darwingillerden bir zat, anlaşılan o ki, “siz burada kalmakta ayak direyecek olursanız telef olacaksınız, sizi bu vahşilere yem etmeyelim” gibilerden bir soyluluk sergiliyor. Ana adanın kuzeyindeki küçük bir adaya, ikna ederek, kani olmayanları ise tehdit ederek topluyorlar kalanları. Onları orada medenileştirmeye, mesela Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar. Mesela işçileştirmeye çalışıyorlar. Beceremiyorlar garipler. Kimi iddialara göre, topluca depresyona girip, hayata küsüyorlar. Doğurmuyorlar ve… Yok oluyorlar.

Onları yok edenler, Tasmanyalıların maymun ile insan arasındaki zincirin baklalarından biri olabileceği varsayımıyla, cesetlerini bile rahat bırakmıyorlar —başka bir acıklı hikâye. Medeniyetin esas kalesi olan bilim adına, ölümlerine bile el konuyor son Tasmanyalıların.

Bütün bu hikâyede tekrarlanan hadise şu: İrlanda’nın köylüleri zamanın aristokratlarına “karışmayın ulan bizim hayatımıza, bildiğimiz gibi inanır, bildiğimiz gibi yaşarız” diyemiyorlar. Apaçık görünüyor ki, aristokratlar köylülerden daha incelmişler, daha yontulmuşlar, daha medeniler. Sonra olmayacak riskleri göze alıp binlerce kilometre ötede bilmedikleri topraklara, alışık olmadıkları iklimlere göç ettiklerinde… Evet, apaçık görünüyor ki, oraların yerlilerinden daha incelmişler, daha yontulmuşlar, daha medeniler.

Artık aristokratlar yok. Tasmanyalılar da… Ama köylülerin torunlarının torunları, dünyanın her yerinde, yeni aristokratlar, yeni köylüler ve yeni Tasmanyalılar çıkarıyorlar aralarından. Yani yeniden aristokratlar, köylüler ve Tasmanyalılar olarak bölünüyorlar. Ve kendilerini aristokrat sınıfına atamış olanlar, köylülerin Tasmanyalılara yaptıklarını ayıplıyorlar.

İddiam o ki, günümüzün köylüleri, günümüzün aristokratlarına “yetti ulan” diye başkaldırmaktalar. Trump, Erdoğan, Orban ve saire, bu isyanın tezahürleridir. Günümüzün aristokratları ise, tıpkı Darwin gibi, “a ne kadar ayıp, ama hayvan hakları, göçmenlere şefkat, çevreye ihtimam, azınlıklara minnet, cinsel tercihlere saygı” filan diyerek, kendilerini temize çekiyorlar. Bu isyanın esasen kendilerine, sosyal hiyerarşide kendileri için ayırdıkları pozisyona itiraz olduğunu anlamazdan gelerek —muhtemelen anlamayarak— ısrarla âleme ders vermeyi sürdürüyorlar.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin