Badana Fırçasıyla Picasso

1980’lerle birlikte İzmir hızla çökmeye başladı.
İzmir’i çok seven, İzmir dışında yaşayan ve fakat ayda en az bir defa İzmir’e gidip gelen biri olarak, bir şeylerin yolunda gitmediğini, bir şeylerin raydan çıktığını hissediyordum. Ama İzmirliler hallerinden pek de mutsuz görünmüyorlardı. Eh, sezgilerimde yanılıyor olabilirdim. Veya daha önce de benzer —konjonktüre bağlı— duraklamalar yaşanmıştı, kısa sürmüştü, İzmirliler de benim bilmediğim o bilgiye sahiplerdi, öyle de olabilirdi. Filan. Dolayısıyla pek de umursamadım.
Yıllar geçti ve İzmir’in irtifa kaybı belirginleşti.
Bilmediğim çok şey var.
Mesela İzmir’i yönetenler İzmir’in gidişatı hakkında ne biliyorlardı, bilmiyorum. İzmir’in demografisindeki değişimi mesela, biliyorlar mıydı? Yaş piramidi nasıl değişmişti? Türkiye geneline kıyasla fark var mıydı? Eğitim seviyesi nasıl değişmişti? Eğitimli kesimlerin şehir dışına göçü hızlanmış mıydı? Şehrin gelir dağılımı nasıl değişiyordu? Gelir kaynakları? Şehrin üniversitelerinin, üniversite çağına gelmiş nüfus için cazibesi azalıyor muydu? Azalıyorduysa neden? Bu tür bilgiler İzmir’i yönetenlerde var mıydı, bir fikrim yok. İsteseler ulaşabilirler miydi, yine bir fikrim yok.
Bilmediğim başka şeyler de var. Mesela mahalli idarelerin gelir kaynakları artmış, mahalli yönetimler nispeten güçlenmişlerdi ama İzmir’in belediyeleri gidişatın farkında olsalar, ellerindeki enstrümanlar bu gidişatı tersine çevirmeye kâfi miydi? Bilmiyorum, bilmiyorum.
(Daha sonra Eskişehir Büyükşehir Belediyesinde yaşadığım tecrübe bir gösterge sayılırsa, anladığım kadarıyla, şehirlerin yönetimleri şehirlerin gidişatı hakkında pek de teferruatlı bilgiye sahip değiller, sahip olsalar yapabilecekleri de —“hiç yok” diyemesek de— pek sınırlı.)
Ama bildiklerim de var.
Mesela ABD’de otomobil endüstrisinin Japon otomobilleri ile rekabet edemez duruma düşmesi Detroit’i fena halde vurmuştu. İzmir hakkında sahip olmadığım hemen her bilginin Detroit hakkındaki muadiline ulaşabiliyordum. Bilebiliyordum. Detroit şehir yönetiminin ve Michigan eyalet yönetiminin, şehrin gidişatını seyretmekle suçlandığını biliyordum —belki gidişata sebep olan otomobil endüstrisinin çöküşünü önleyemedikleri için değil ama alternatif yaratamadıkları için.
Şehirler hakkındaki hassasiyetim, İzmir’in hızla soluşunu izlerken oluştu. Türkiye hakkındaki kanaatlerim de, o süreçte Detroit hakkında konuşabiliyor olduğum kadar emniyetle İzmir hakkında konuşamıyor olmamla perçinlendi. Türkiye’de ne dindarı, ne milliyetçisi, ne sosyalisti, İzmir’in hızla sahneden çekilişini umursamadı. Çünkü hepsinin paylaştığı bir temel varsayım var: Kendi ideolojileri iktidara geldiğinde, kendiliğinden bütün ufak problemler çözülüverecek. Dolayısıyla İzmir için endişelenmek, kafa yormak, data toplamak filan beyhude efor.
Yani?
Esasen Türkiye’de herkes, elinde bir badana fırçasıyla Picasso tablosu yapmaya çalışıyor. Yapılabilir olduğundan zerre kadar şüpheleri yok. Olmuyor. Olmaması da, diğer badanacıların fırçalarının uygunsuzluğuyla açıklanıyor.
İdeolojilere, insanın ideolojisi olmasına itirazım yok. Aksine, ideolojisiz olmayacağını biliyorum. Ama Türkiye’de bütün ideolojileri kat eden bir ideoloji var, ona dikkat çekmeye çalışıyorum.
Birkaç ay önce, “Bu memlekette her hangi bir işi doğru yapma seçeneği nedense gündeme gelmiyor, doğru tarafı seçmekten ibaret bütün mesele. Bir doğru taraf var, siz de onu seçeceksiniz, her şey…” dedikten sonra uygun kelimeyi ararken, dilimin ucuna otomatikman kelimesi geldi. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, bırakın yazıyı, konuşurken bile hiç kullanmamış olabilirim hâlbuki bu kelimeyi. Dolayısıyla seçeneği önce otomatikman eledim ama sonra… Cümleyi “…otomatikman dosdoğru gidecek” diye tamamlamayı ve kelimeyi de italik dizmeyi tercih ettim.
Bir vakit pek sık işitirdim bu kelimeyi, hanidir kullanan kimse yok gibi. Bir vakitler şehvetle kullanmış olanlar da kullanmıyorlar galiba.
Kasabalı bir kelimeydi, kasabalıların kelimesi… Kasabalı dünya tasavvurunu belki de bir başına özetliyordu. Kasabalı gözüyle şehirde işler şöyle yürüyordu. Bir taş atıyor, bir kuş düşürüyordunuz. Sonrası otomatikman geliyordu, kuş her sabah birkaç yumurta veriyordu söz temsili ve sizin artık taş atıp kolunuzu yormanıza lüzum kalmıyordu. Bütün mesele o bir tek taşı bulup, doğru kuşu düşürmekteydi.
Kelime de, temsil ettiği zihinsel kod da beni fena halde rahatsız ediyordu. Dün fark ettim ki, kelime usulca tedavülden kalkmış ve ben fark etmemişim.
Kelime tedavülden kalktı ve galiba temsil ettiği zihniyet de… Artık herkes, hayatta kalabilmek için her sabah yeniden taş atmak zorunda olduğunu fark etmiş olabilir yani, ne bileyim. Öyleyse, hoş bir şey…
Ama…
Bir yandan da, mesela yetmez ama evet gibi mevzular veya “ama Gezi bir netice doğuramadı” gibi argümanlar da eksik olmuyor. Memlekete vaziyet eden heyet, mesela Ayasofya’yı ibadete açınca Kudüs’ün de otomatikman kurtulacağını, şanlı günlerin birbirini otomatikman takip edeceğini, kelimeyi kullanmadan dile getiriyor. Öyle bakınca, kelime tedavülden kalksa da, işaret ettiği kavramlaştırma hayattaymış gibi görünüyor. Hatta daha da derinleşmiş gibi. Çünkü artık bir şey yapmak bile gerekmiyor, tarafınızı seçiyorsunuz ve… Bingo! Her şey kendiliğinden yoluna giriyor.
Memleketin mevcut halini filanca tarihte gerçekleşmiş falanca şeyle açıklamaya çalışmak, neden bu halde olduğumuzu açıklayacak o biricik şeyi tespit etmeye çalışmak, bana kalırsa yanlış bir kavramlaştırma. Çünkü öyle bir biricik viraj yok. 2010 Referandumunu ele alalım mesela. Sayısız yol ayrımından geçerek geldik oraya. Şurada şu yapılmasaydı, şuraya dönülmeseydi. Yapıldı, dönüldü. “Yapılan tercihten sonra başka tercih noktaları yoktu, kaçınılmaz olarak 2010 Referandumuna varılacaktı” diye bakamayız. Sayısız fırsat geçti Türkiye’nin eline o referandumdan —o referandumun o şekilde kotarılmasından— kaçınmak için.
Ve sonrası için de apaynı şeyler söylenebilir. Türkiye bugünlere o referandumda evet oyu çıktığı için gelmedi. Hiç şüphe yok ki, eğer hayır çıksaydı Türkiye’nin kaderi bambaşka olacaktı —daha mı iyi, daha mı kötü olacağı tartışılır. Ama bugünkü karanlığın tek sebebi olarak, 2010’dan bu yana sanki başka çıkışlar yokmuş, köprüden önceki son çıkış oymuş, kaçırmışız ve kendimizi köprüde bulmuşuz gibi kavramak mevzuu, bence son derece tehlikeli. O referandumdan çok şey öğrenilebilirdi ve referandumdan evet çıkmış olması hepimiz için hayırlı olabilirdi.
Öğrenilemiyor.
İzmir hakkında, Detroit hakkındaki kadar bile bilgi sahibi değiliz. Olsak İzmir’i kurtarabilir miydik, kurtarabilir miyiz, bahsi diğer. Ama İzmir’i kaybetmiş olmak, bu topraklarda yaşayan herkes için muazzam bir kayıp. İzmir’i neden ve nasıl kaybettiğimizi bile doğru dürüst kavramlaştıramamış olmamız ise…
Ne diyeyim!