Bir Meslek Olarak Kahramanlık

Yeğenim, “güven duygusunun evrimi” üzerine yapılmış bir simülasyonu paylaştı (https://ncase.me/trust/). (Türkçe versiyonuna https://osaatcioglu.github.io/trust/ adresinden ulaşılabiliyor.)
Netice olarak, tek başımıza dünyaya karşı tek atımlık barutumuzla savaşmıyor olduğumuz, sürekli/tekrarlı ilişkiler içinde yaşadığımız, nasıl davranacak olduğumuzu “öğrendiğimiz, öğreniyor olduğumuz” bir dünyada, eğer kazan-kazan imkânları varsa ve yanlış anlama ihtimalleri düşükse… “Halamın bıyıkları olsaydı” gibi geliyor kulağa ama öyle işte.
Ta en başta, savaşın orta yerinde, Noel’i bahane bilip siperlerinden fırlayan Fransız ve Alman askerlerini misal verip, sonra bugünlerde yapılan kamuoyu araştırmalarında “hiç arkadaşım yok” beyanlarının yoğunluğu ile mukayese ederek “güven duygusunun erozyona uğradığı”na hükmedilmiş ama bence haksızlık ediliyor. Bahse konu olan Fransız ve Alman askerleri birbirlerinin “arkadaşı” değillerdi. 1980’lerde “arkadaş” dendiğinde kastedilen şey ile bugün kastedilen çok farklı da olabilir. Ama esas olarak beyan güvenilir bir dayanak değil. Denekler yalan söylediğinden değil, hangi tarifler uzayında davrandıklarını bilmediğimizden…
Sözünü ettiğim simülasyon, gerçek hayattan farklı —kaçınılmaz olarak gerçekliği sadeleştiriyor. Ama yine de ufuk açıcı, bence vakit ayırmanızda fayda var. Esasen simülasyonu hazırlayanlar da, eğilimi bence yanlış değerlendiriyor olsalar da, doğru soruları sorup, doğru istikameti işaret etmişler. Oyun, bizim “oyuncular” olarak yapacaklarımızı tayin eder (Türkçeye yanlış tercüme edilmiş). Çevremizin ürünleriyiz.
Ama…
Her birimiz diğerlerinin “çevre”siyiz.
***
Simülasyon “eğilim” hakkında kötümser tespitler yaparken yanılıyor. Biz, yüz yıl önceki dedelerimizden daha yaygın ve derin bir güven ortamında eyliyoruz. Mesele doğrudan temas ettiğimiz iş arkadaşlarımızla, her gün alışveriş ettiğimiz büfeciyle, kafedeki garsonlarla sınırlı değil. Trafiğe çıktığımızda başkalarının ne yapacağı ve ne yapmayacağı hakkında tahminlerimiz var mesela ve trafikteki “diğerleri”ne güveniyoruz. Esasen trafikteki tahminlerimizin yanlış çıktığı, yani hilebazlar tarafından dolandırıldığımız durumları ballandıra ballandıra anlatmayı seviyoruz ama bunların tamamı istisna. Ezici bir sıklıkla güvenimiz haklı çıkıyor. Alışverişlerimiz öyle. Dünyanın uzak köşelerinde yaşayan, dilini bilmediğimiz, görsek tanımayacağımız insanların ürettiklerini tüketiyoruz. Filan.
Hayatımızı alıştığımız biçimde sürdürebilmemiz için, yüz yıl önceki dedelerimizin hayal bile edemeyeceği kadar çok sayıda insana, hayal bile edemeyecekleri kadar uzaklardaki insanlara, hayal bile edemeyecekleri kadar kayıtsız güven duymamız gerekiyor. Ve… Duyuyoruz.
Ama simülasyonun da işaret ettiği gibi, eğer oyun kazan-kazan oyunu olmaktan çıkıp “sıfır toplamlı” bir oyuna doğru değişiyorsa… Oyunun değişiyor olduğunu bir biçimde “hissediyoruz.” Hile yapmaya başlıyoruz. Hilebaz olduğumuzdan değil, kimse hilebaz değil. Ama herkes hile yapabilir, yapabiliyor. Dolayısıyla meseleyi dindarlar-laikler, Türkler-Kürtler, Galatasaraylılar-Fenerbahçeliler filan gibi kategorilere “öz”ler atfederek anlamaya çalışmak, bizi bir yere götürmez, götürmüyor.
İşin bir yanı bu. Yani, kıtlık zuhur ettiğinde hilebazlık yaygınlaşıyor. “Kıtlık algısı” ortaya çıktığında, kıtlığın gerçekten var olup olmadığının da bir ehemmiyeti yok ilaveten. Kıtlık algısı hilebazlığı teşvik ediyor ve hilebazlık da karşılıklı kazanmayı imkânsızlaştırdığı için kıtlık halini yoğunlaştırıyor. Kehanet kendisini doğruluyor yani.
Eğer “kış”ın sona ereceği, yeniden yaz geleceği inancı varsa, yaygınsa, kıtlığın aşılacağı, herkesin kazanabileceği günlerin yeniden geleceği algısı varsa, hilebazca tercihler erteleniyor. O vakit de herkes kazanıyor. Kehanet bir defa daha kendisini doğruluyor.
Hayatın her katmanında kendisini tekrarlıyor bu kalıp da… Toplumun tamamı için iş, siyasete düşüyor. Siyaset dediğiniz şey, esasen, toplumun “geriye” değil de “ileriye” bakmasını sağlayabilme işi. Yani normalde öyle. Ama yalnız ve güzel ülkemde, uzunca bir süredir, ağırlaşan kış şartlarından geçmişteki muhayyel cennetlere kaçış planları siyaset diye kazıklanıyor. Bunu en mahir bir biçimde yapıp daha çok insanı kazıklayan da asrın lideri filan diye pazarlanıyor. Siyasetin “iş”inin bu olduğu zannı pompalanıyor.
Sonra, dindarlar şöyle, biz böyleyiz, adam olmayız ve saire…
***
İşin bir de ikinci yanı var.
1914 Noel’inde siperlerinden çıkıp birbirleriyle oynayan Fransız ve Alman askerlerine “zinhar karşıdakilerle dostluk peydahlamaları gerektiği”ni buyuran özneler var. Galatasaraylılara zinhar Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı arkadaşlarına muhabbet beselememeleri gerektiğini hatırlatıp duran Terim ve Cengiz özneleri gibi… Yani kahramanlar… İşlerini doğru dürüst yapamamışlar, oyunu bir kazan-kazan oyunu haline getirememişler —veya oyunu öyle tutamamışlar, öyle olmaya doğru evrilmesini sağlayacak işleri becerememişler. Şimdi çıkıp diyorlar ki, “hepimiz borç batağının içindeyiz, önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligine bir tek takım katılacak, eğer o biz olmazsak battık.” Mealen söyledikleri bu.
Türkiye’de “sadece” şampiyonluk kıymetli, çünkü ancak şampiyon olursanız hayatta kalabileceksiniz. Eğer Türkiye’yi temsil eden takımlar Avrupa’da daha başarılı olsalar, iki takımla temsil edilebiliriz. Hatta üç, dört. Daha çok sayıda kulübün kasasına daha çok para girer. O vakit mesele şampiyonluk meselesi olmaktan çıkar. Bir biçimde Galatasaray’ı UEFA Şampiyonu yapan ama ondan sonra o başarının yanına bile yaklaşamayan Terim, sanki her yıl tuttuğu altın oluyormuş gibi, durmaksızın o biricik performansı hatırlatarak, memlekette futbol adına her kararın kendisine sorulmasını talep edip duruyor. Talepleri karşılandı ve memlekette —Erdoğan Başkanlığını andıran— “futbol direktörlüğü” gibi bir post icat edip oturdu da… Ama futbol sektörüne giren para fahiş bir biçimde arttığı halde, performans trajik bir biçimde düştü.
Tıpkı Erdoğan Cumhuriyetinde olduğu gibi…
Dolayısıyla, menfaati başkaları ile paslaşmaya dayanan “sıradan insanları”, kendi başarısızlıklarının faturasını ödemek üzere cepheye sürmeleri gerekiyor. Bu da ancak kendilerini “kahraman” ilan ederek, kahramanlıklarını kitlelere kabul ettirerek, “savaş çıkararak” sağlanabilir bir şey.
Yıllar önce dediğimi tekrarlayayım, bir sistem kahraman gerektiriyorsa, kahramanlık talep edenler işlerini yapamamış demektir. Bizim meselemiz sıradan insanlar, onların karşılıklı olarak birbirlerine duydukları güvenin erozyona uğraması filan değil. Bizim karşılıklı olarak birbirimize güven duymayı sürdürmemiz halinde kendilerine bir kahramanlık çıkaramayacak, kahramanlıktan gayrı bir meslekleri olmadığı için de aç kalacak bir avuç özneden gayrı derdimiz yok.