Bulanmadan, Donmadan Akmak
Herhalde otuz yıl olmuştur, ani bir aydınlanmayla fark ettim ki, girdiğim hemen her tartışmada muhataplarım ile aramdaki anlaşmazlığın zemininde bir kavramlaştırma farkı yatıyor. Mevzu ister futbol, ister sosyoloji, ister siyaset, ister ekonomi olsun, muhataplarım genel olarak hal üzerine konuşuyorlar. Ben ise her şeyi bir “oluş” halinde görüyorum. “Akış” halinde… Filanca maçın neticesi beni çok ilgilendirmiyor, sezon içindeki dinamikleri nasıl değiştirebileceği, diğer takımların karar vericilerinin o maçta sergilenen şeye nasıl reaksiyon gösterecekleri filan ilgilendiriyor.
Koku arkeolojisi üzerinden otel lansmanı yapılması, kendi başına bir mana taşımıyor yani. Hanidir zaten olmakta olan bir şey var. Benim “yapılmasa kimsenin hiçbir şey kaybetmeyeceği işler” diye tarif ettiğim, Graeber’in “tırışkadan işler” (bullshit jobs) adıyla vaftiz ettiği işler olağanüstü bir hızla yaygınlaşıyor. Koku arkeolojisi “işleri”, tırışkadan işler madalyonunun bir yüzü. İtiraf edin ki, bir film yapıp tırışkadan işleri faş etmeyi planlasanız, “koku arkeolojisi” gibi bir şeyi hayal edemezsiniz, uyduramazsınız. Bu yüzden, zannımca, bu hadise dilime dolanacak.
Tırışkadan işler madalyonunun bir de öteki yüzü var. Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği “muhtar yardımcılığı” türünden işler. Ne diyor Kılıçdaroğlu mealen, “bu kadar işsiz var, her muhtara bir yardımcı versek de biraz istihdam yaratsak kötü mü olur”? Yani demiyor, “muhtarlar iş yükünün altından kalkamıyor, onlara birer yardımcı vermemiz lazım.”
Bu iki tür tırışkadan iş de zaten ziyadesiyle yaygın. Yeni zuhur etmiş bir şeyden söz etmiyoruz. Onlarca yıldır ağır ağır yaygınlaştılar. Kapitalist bir perspektiften bakıldığında, aşikâr biçimde gayri iktisadi bir “oluş” bu. Neden olmuş, anlamak gerekiyor. Nasıl oluyor da yaygınlaşıp duruyor, anlamak gerekiyor. Kendimce bu hususlarda söyleyebileceklerimi söyledim. Gelirin emeğe endekslenmesi takıntısının yarattığı bir tür kanserden söz ediyor olduğumuzu düşünüyorum. Metastaz yapıyor.
Görmezden gelemeyiz herhalde, koku arkeolojisi türünden işlerden kazanılan para ile potansiyel muhtar yardımcılarının kazanacakları arasında ciddi bir mertebe farkı var. Yani kapitalist, neoliberal olarak etiketlenen mevcut “oluş”, uzun süredir, daha dar bir zümreye milyonlarca dolar kazanacakları işler uydururken, geniş yığınlara da aç kalmamalarını bile sağlamayabilecek ücretler verilecek işler uyduruyor. Ortak payda, bu işlerin hepsinin lüzumsuz, düpedüz saçma olması. Bunu konuşmuyoruz da… Neleri konuşuyoruz.
Neyse…
Bir “oluş” halindeyiz. Ne olacağımız meçhul. Olacak olduğumuzu olduğumuzda, oluş halinde olmamız sona ermeyecek, oradan da başka bir yere akacağız. Dolayısıyla beni, filanca kişinin yüzlerce milyar doları olması alakadar etmiyor. Beni alakadar eden, servetin şurada, burada birikmiş olması değil, biriktiği yerde katılaşması. Birkaç ailenin, bir zümrenin, bir anlayışın elinde katılaşması.
Apaçık bir biçimde biliyoruz ki, koku arkeolojisi yaparak bol sıfırlı çekleri yazanlar ile muhtar yardımcılığıyla oyalananlar farklı zümrelere mensup. Birinci zümrenin elinde servet “katılaştığı” için koku arkeolojisi filan gibi gayri iktisadi işler yapabiliyorlar. Normal şartlarda, eğer o servet katılaşmamış olsaydı, bu kadar akıldışı işler yapıldığında erimesi gerekirdi. Erimiyor, büyüyor.
Nasıl oluyor da oluyor?
Servet nasıl katılaşır? Servetin katılaşmasından ne kastediyorum? Eğer reel faiz pozitif ise mesela, servet sahibi parasının faiziyle parasını büyütür. Servet katılaşır. Yani? Servet yoluyla serveti büyütmenin “garanti” bir yolu varsa, servet katılaşır. Aksi halde servet sahibinin “riskli” alanlara yönelmesi gerekir. Kâr, servetin/sermayenin kazancıdır. Ücret gibi garanti bir gelir değildir. Kâr etmeyi hak edebilmeniz için, riski göze almanız gerekir. Memurun ücreti hak etmesi için riski göze alması gerekmez.
Aşikâr görünüyor ki, bugünün büyük servetleri risk altında değil. Çünkü zaten kâr edilmiyor. Kâr edilen sektörler var ama o sektörlerde edilen kârlarla mevcut büyük servetleri biriktirmek imkân dışı. Şartlar buyken, her şey hepimizin gözleri önünde yaşanıyorken, kârı, girişimi ve saireyi hedefe yerleştirmek bana son derece saçma görünüyor.
Mevcut büyük servetlerin hemen hepsi, doğrudan devletler marifetiyle yaratılmış ve korunan servetler. Devletler aynı zamanda eğitim ve sağlık hizmetlerinin kâr amaçlı kişilere devrine gözlemcilik yapıyor olabilirler. Bir yandan da muhtar yardımcılıkları icat edip en alttakilerin ağzına da bir lokma sunuyor olabilirler. Ama sıkıntının esas kaynağı, servetin katılaşmış olması ve bu katılaşma sürecinde devletin servetlere garanti sağlayan özne olmaları.
Derdimi anlatabilmek için siyasetten misal vereyim.
Benim açımdan iktidara Erdoğan’ın, Baykal’ın, Erbakan’ın, Çiller’in gelmesi dert değil/di. Hepsine ve potansiyel alternatiflerinin de hepsine karşıydım/karşıyım. Ama iktidar katılaşmadığı sürece, dert değildi. İktidar nasıl katılaşır? İktidara hasbelkader gelen iktidarda kalmayı garanti edecek işler işleyebildiğinde katılaşır. Yargıyı ele geçirip, potansiyel rakiplerini içeri atabildiğinde mesela. Orduyu ele geçirip darbe yapabildiğinde mesela.
Türkiye’de iktidar katılaşmıştı. İktidarın katılaşmasından kaynaklanan problemleri bu eksende okumadık. Bizim adımıza düşünmesi gerekenler, bütün yetmişler, seksenler, doksanlar boyunca manasız kavramları üstümüze boca ettiler. Doksanların ortasında o katılaşmış iktidar erimeye başlamıştı. 2002’de Erdoğan, onu daha da eriteceği ümidiyle iktidara taşındı. Geldiğimiz noktada, yeniden aşırı katılaşmış bir iktidarı tesis etti.
Başa döneyim. Mevzu bir “oluş” halinde olduğumuzu idrak etmekle başlıyor. Kaybetmesi imkânsızlaştırılmış olan her unsur, oluş sürecinin önüne kurulmuş bir barajdır. O unsurun hangi lügate müracaat ettiğinin, hangi kavramları kendisine cariye yaptığının ehemmiyeti yok. Bulanmadan, donmadan akamıyorsak, ölüyoruz demektir.