Herhalde otuz yıl olmuştur, ani bir aydınlanmayla fark ettim ki, girdiğim hemen her tartışmada muhataplarım ile aramdaki anlaşmazlığın zemininde bir kavramlaştırma farkı yatıyor. Mevzu ister futbol, ister sosyoloji, ister siyaset, ister ekonomi olsun, muhataplarım genel olarak hal üzerine konuşuyorlar. Ben ise her şeyi bir “oluş” halinde görüyorum. “Akış” halinde… Filanca maçın neticesi beni çok ilgilendirmiyor,
Ayşe Çavdar doğurgan olabilecek bir mevzu açmış. Dünkü videonun altına da harika eleştiriler gelmiş. Hepsini harmanlayabileceğimiz bir düğüm noktası var gibi görünüyor bana. Diğer her mevzua tatbik edebiliriz —ve bir bölümüne tatbik etmeye çalışacağım— ama aşı karşıtlığı üzerinden derdimi ifade edeyim. Anlaşılan o ki, Çavdar aşı karşıtı değil. Yani? Aşı olunması gerektiğini “biliyor”. Sizin de
Birbirini tanımayan on kişiyi bir koğuşa kapatsanız, haftasına varmaz, aralarında bir hiyerarşi belirginleşir. Her gün anneleri tarafından aynı parka götürülen beş yaşlarındaki çocuklar arasında bile kısa sürede bir hiyerarşi zuhur eder. Yani serotonin rahat durmaz. Serotonin ve testosteronu her bir bünyenin kendisi imal ediyor olsa da, görünen o ki, hangi bünyenin bu hormonlardan ne kadar
Önceki gün yazıyı yazdıktan sonra Cüneyt Özdemir’in şeysini izledim. Kılıçdaroğlu kadınlara düzenli maddi destek vadetmiş de… Olur muymuş öyle şey! Balık vermeyecekmiş, balık tutmayı öğretecekmiş. Kendisine balık tutmak öğretildiği için nasıl balık tutmayı sürdürüyor Özdemir, görüyorsunuz. Herkes öğrense… Dünya cennet olsa… Hayat bayram olsa… ODTÜ Endüstri mezunları kendi aralarında tartışırken de sıklıkla buraya gelirdi mevzu.
Bayramlık bir yazı sayılmaz ama… Verimlilik artınca, kullanılan kaynak başına üretilen miktar artıyor. Bu, benim penceremden bakıldığında iyi bir şey. Mesele şu ki, üretilenin tüketilebilmesi lazım. Tüketilebilmesi için tüketici lazım. Bir insanın tüketici olabilmesi için üretileni talep etmesi lazım. Bir insanın bir ürünü talep edebilmesi için ise… O ürünün bedelini ödeyebilecek gücü olması lazım. Demek
Dünyada “yapılmasa da olacak” olan bir yığın iş var —Graeber’in tırışkadan işler (bullshit jobs) dediği işler. Graeber uzun uzun hangi işler tırışkadan iş sayılır, hangi kıstaslara müracaat edebiliriz filan diye debeleniyor bir bilim insanı titizliğiyle. Sonra onları tasnif etmek için de muazzam bir çaba harcıyor ve yoruluyor. Yorulurken okuru da yoruyor. Net toplamda, Graeber birçok
Demiştim ki “Kitap üzerine yazmak istediğim her şeyi yazabilsem, herhalde Graeber’inki kadar hacimli bir kitap olur. Muhtemelen sonuna gelmeden hevesim kaçar, yarıda kalır. Burada hiç değilse birkaç yazı yazana kadar hevesimin kaçmayacağını ümit ediyorum.” Aynı yazıda demiştim ki “Graeber’in muhtelif biçimlerde, muhtelif açılardan analiz ettiği, analizleri için feodaliteden işin geçmişte toplumlar için ne mana taşıdığına
Gorz’un kitaplarını Türkçeye tercüme edip yayınlayanlara çok şey borçluyum. Pek yola gelmiş biri sayılmazdım herhalde ama beni geri dönüşsüz bir biçimde yoldan çıkaran unsurlar arasında, Elveda Proletarya, Cennetin Yolları ve İktisadi Aklın Eleştirisinin özel bir yeri var. İşaret etmem gerekiyor ki, sözünü ettiğim kitaplardan bana kalan, esasen, Gorz’un cevapları ve hatta soruları değildi, kendime sordurdukları