İbrikçibaşının Serotonin Seviyesi
Birbirini tanımayan on kişiyi bir koğuşa kapatsanız, haftasına varmaz, aralarında bir hiyerarşi belirginleşir. Her gün anneleri tarafından aynı parka götürülen beş yaşlarındaki çocuklar arasında bile kısa sürede bir hiyerarşi zuhur eder. Yani serotonin rahat durmaz. Serotonin ve testosteronu her bir bünyenin kendisi imal ediyor olsa da, görünen o ki, hangi bünyenin bu hormonlardan ne kadar üreteceği sosyal ilişkiler ağı içinde tayin ediliyor. Daha acıklısı, bahse konu olan hormonların imalatı bir pozitif geribildirim döngüsü. Yani sizin bünyeniz çevrenizdekilerin bünyesinden daha çok serotonin imal ediyorsa itibardaki payınız artıyor, o da serotonin imalatını artırıyor.
Böyle olmasaydı… Mesela Marivaux’un Köleler Adasındaki gibi olsaydı… Köleler ile efendiler arasında roller değiştiğinde eski köleler “bize yapılanları biz yapmayacağız” deseler, eski efendiler üç yıllık cezanın ardından artık efendilik taslamamayı öğreniyor olsalardı… Filan. Bütün bu akıl yürütmeler benim mühendis aklımla, manasız temenniler. İnsan, bu. Sosyal örgütlenmeleri mümkün kılan, dolayısıyla insanı mümkün kılan biyolojik özellikler, bunlar.
Mevsim değişmiş, her taraftan benzer mevsim çiçekleri fışkırıyor. Yukarıdaki bağlantının yer aldığı sitede, aynı gün, bir de şöyle bir yazı çıkmış yani. Üstün Dökmen’in bir kısa videosuna gönderme yapılıp, “Üstün Dökmen geçenlerde Instagram hesabından bir video yayınlamıştı. ‘İbrikçibaşı’ videosunun adı. Eğitimli kesimin hemen hepsi İbrikçibaşı oldu.” diye hayıflanılıyor. Sözü edilen videonun üzerinden daha bir yığın laf edilebilir ama şimdi sırası değil.
Şimdilik şunu söyleyebiliriz ama… Hikâyeye göre, eskiden bir Paşanın bir yakınını bir işe yerleştirmeye kalkması üzerinden bir İbrikçibaşı makamı icat edilmiş. Elbette böyle bir şey olmamıştır ama sosyal muhayyile maruz kaldığı manasızlıkları böyle bir hikâyeyle, alaya alarak kayda geçirmiş. Kayda geçirmiş ki, paşa yakını lüzumsuz bir işle iştigal ederken, işine —ve dolayısıyla kendisine— bir mana yakıştırmak için ahalinin hayatını zorlaştırmış. Serotonin salgısını sürekli kılması için “o ibriği değil, bunu alacaksın” demesi gerekmiş. Öyle olur. Trışkadan İşler icat ettiğinde, eğitimli kesim diye bir kesim üretip sonra da onları plazalara yerleştirdiğinde, mesele o plazalarla sınırlı kalmaz. Dışarı taşar ve dışarıdan görünen, içeriden görünenden farklı olur. İbrikçibaşının gördüğü ile ahalinin gördüğü aynı şey değildir yani. İçeride sterilize ettiğin temiz kokulu hayatın bedeli, dışarıdaki kokunun ağırlaşmasıdır. İçeride bir avuç kişi olması problemi küçültmez. İcabında bir avuç kişinin atıkları, koskoca bir şehrin lağım kokmasına sebep olabilir. Darwin’in sınıfdaşları da kelimenin tam anlamıyla bir avuç kişi idiler, bütün dünyayı kokuttular.
***
Tasmanya’yı bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla akın akın Kuzey Amerika’ya gidenlerin hemen hepsi, Avrupa’nın safralarıydı. Avrupa’da iken serotonin hisseleri son derece düşük olanlardan idiler. Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarına yerleştikten kısa süre sonra, Avrupa’da üretemedikleri kadar çok serotonin ürettiler ve fakat onu aralarından eşit üleşemediler. Aralarından bazıları sıyrıldı, diğerlerinin üzerine çıktı.
Her nesilde serotonin imalatının yeniden paylaşılmasını garanti altına alacak düzenlemeler geliştirdiler güya. Serotoninden haberdar bile değildiler, nerede kaldı serotonin ile sosyal hiyerarşi arasındaki ilişkiden haberdar olmak… Ama farkındaydılar ki, bir hiyerarşiden kaçınılamıyor. Hiç değilse onun kalıcı olmasını, nesilden nesle aktarılmasını önlemek gerekiyor. Meritokratik bir düzen hayal ediyorlardı.
Kimler?
Kamuoyunda belirli bir ağırlığa zaten sahip olmuş olan ailelerin çocukları. Üstelik sadece onların değil, ağırlığı olmayan ailelerin bile köleleri vardı, Afrika’dan koparılıp getirilmiş. Amerikan yerlileri de ileride dişe dokunur işler yaparlarsa düzenden pay alacaklar listesinde yer almıyorlardı.
Demem o ki, ABD’nin kurucu babaları, atalarının Avrupa’dan kaçmak zorunda kalmalarına sebep olan şartlar ABD’de tekrarlanmasın diye halis bir niyet sahibi idiler. Öyle görünüyor. Ama o şartlar zaten o tarihte toplumun rahmine düşmüştü ve zamanla serpilip büyüdüler. Kaldı ki… Yukarıda dediğim gibi, herkesin topluma katkısı kadar serotonin üretmesini öngören kurallara göre Afrika kökenli köleler ve Amerikan yerlileri herkesten sayılmıyorlardı. Onların herkesten sayılmaması, ABD’nin kurucu babalarına hiç de tuhaf görünmüyordu. Şimdi de kendilerini eğitimli kesimler olarak adlandırıp toplumun kalanından ayırmaya çalışan, hayatta başka hiçbir beklentisi kalmamış bir zümre, serotonin payında hisse talep eden kesimleri yok saymayı tuhaf görmüyor. Herkesin eşit olmasını isteyen onlar güya ama o herkese sadece kendileri ve kendileri gibi olanlar dâhil.
Bir de…
Dün demiştim, Darwin Avrupalıların ayak bastığı yerlerdeki yerlilerin kaderine yazıklanıyordu. Tıpkı şimdiki aristokratların —yani kendilerini eğitimli kesim olarak adlandıranların— eşcinsellerin, sokak kedilerinin, Marmara Denizinin, Caretta Careattaların ve daha birçok şeyin kaderine yazıklanması gibi…
***
Bir problem görüyor, bir çözüm teklif ediyor değilim. Sadece bir durum tespiti yapmaya çalışıyorum. Durum tespitimi tamamlamak için galiba bir hususu eklemek gerekiyor.
İtibar eşit dağılmayan, eşit dağılması mümkün olmayan bir şey. Son derece küçük sosyal gruplar bile hiyerarşi üretiyorlar. Ve fakat… Küçük gruplarda itibar mütemadiyen yeniden dağıtılan bir şey. Köyün sürüsüne kurt saldırdığını herkesten önce fark edip alarm verirseniz mesela, aniden muteber olabilirsiniz. Ama aristokratlar, yerleşimciler, beyazlar, erkekler ve saire genellemeler üzerinden itibar devşirilebilir olduğunda… Fes yerine şapka giyenler, şapka giymeye itiraz edip fes giyenler, ODTÜ mezunları, Kartal İmam Hatip mezunları ve saire gibi kategoriler üzerinden itibar üretilmeye başladığında…
Kimse ahmak değil, herkes ucuz —hatta bedava— serotonin dağıtımı yapıldığını fark ediyor. Sonuçlarına katlanacaksınız. Katlanmak istemiyorsanız, “ay ama eğitimli kesimlere ibrikçibaşı muamelesi yapılıyor” diye hayıflanmaklardan fazlası lazım gibi görünüyor.
Bir vakit ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunlarına ortak platformumuzdan sorduğum soruyu sorup bitireyim. Beş vakit camiye gidip cemaatle namaz kılarsanız günümüz Türkiye’sinde makbul bir insan olacaksınız. Yapar mısınız? Yapmazsanız, başkalarına “makbul bir insan olmak için inancınızdan vazgeçmeniz gerekiyor” dediğinizde direnmelerine niye şaşırıyorsunuz? “Mesai saatinde namaz olmaz” dediğinizde mesela. Sanki mesai saatleri taşa yazılmış, değiştirilemez şeylermiş gibi… Veya “devlet dairelerinde Kürtçe konuşamazsınız” dediğiniz insanlar incindiğinde neden şaşırıyorsunuz?
Veya…
Liste uzar gider. Siz eğitimli kesimler olarak mektepte size ezberletilmiş olan şeyleri papağan gibi tekrarlayabiliyor olabilirsiniz. Buradan bir itibar talep edebilirsiniz. Ama mektepte öğretilen şeyler başka şeyler de olabilirdi ve hep olabilir.